3 Şubat 2011 Perşembe

YERALTI DİZELERİ

                                                                                                                                           AYNUR ULUÇ

“Bir kazıda yeraltından şiirler çıksa ne olur” sorusu takıldı birden aklıma. Bu soruda insanı farklı boyutlardan bakmaya iten bir yan var sanki. Zamana asılmaktan zamanı ısırmaya kadar genişleyen bir parantez soru olabilir pekalâ bu. Benim bir faraziye gibi sorduğum bu soru, elbette gerçekdışı bir soru değil aslında. Eski dönem şiirlerinin bugün bize değdiği noktalar üzerinden giderek daha somut koşullarda da yaklaşabiliriz konuya. Daha eğlenceli bir şekil olarak kabul edeceksek bir şiirin aniden yok olup, belli bir dönem sonra ortaya çıkıverdiği oyunu üzerinden de sürdürebiliriz yazıyı. Ki bu yaklaşım William Blake’in de aklına gelmiş. Bugün yazılmış bir şiir, yüzyıl sonra yeraltından çıksa okuyanlarda nasıl etki yapar diye düşünüp, bazı şiirlerini bakır levhalara kazıyarak toprağa gömmüş. O devirde çılgın gözüyle bakılan şair bugün en ilginç beyinlerden birisi olarak kabul ediliyor. Kendisi hippilerin ilâhı, şiirleri şarkı oluyor. Ancak bu yazıdaki konumuz Blake olmadığı için ben yine faraziye şeklinde düşünmeye devam ederek soruma döneyim.


Tarihin ilk aşk şarkısıyla buluştuğunda insanlık ne düşünmüştü acaba? Bunu bilebilmek pek mümkün olamayabilir. Ancak tahminler yürütebiliriz. Okuyucunun kendi okumasını yapıp kendi gözlemlerini oluşturabilmesi için, yazılı tarihin ilk aşk şarkısı olarak geçen şu sözleri araya almak belki de en iyisi.

Güvey, canımın içi,
Gönül açar güzelliğin, bal gibi tatlı,
Aslan, canımın içi,
Hoştur güzelliğin, bal gibi tatlı.
W.Blake, Tyger Şiiri
Beni esir ettin, titreyerek önünde durayım,
Güvey, yatak odasına götür beni,
Beni esir ettin, titreyerek önünde durayım,
Aslan, yatak odasına götür beni.
Güvey, seni okşayayım,
Sevdalı okşayışlarım baldan daha tatlıdır,
Balla dolu odada,
Gönül açan güzelliğinin tadını çıkaralım,
Aslan, okşayayım seni,
Sevdalı okşayışlarım baldan daha tatlıdır.
Güvey, benden zevkini aldın,
Söyle anama, sana tatlılar verecek,
Babam sana armağanlar verecek.
Ruhun, bilirim ruhunun nerede neşelendiğini,
Güvey, şafağa değin uyu evimizde,
Yüreğin, bilirim yüreğinin nerede sevindiğini,
Aslan, şafağa değin uyu evimizde.
Sen, beni sevdiğin için,
Yalvarırım okşayışlarını ver bana,
Yüce tanrım, yüce koruyucum,
Enlil`in yüreğini sevindiren yüce Şu-Sin’im,
Yalvarırım okşayışlarını ver bana.
Senin bal gibi tatlı yerin, yalvarırım elini onun üstüne koy,
Elini gişban*-giysisi gibi onun üstüne koy,
Elini gişban-sikin*-giysisi gibi onun üstüne kapa,
Bu İnanna’nın bir balbale*-şarkısıdır.


Akılda yanlış kalmalara olanak vermemek için bu dizelerin yazılı tarihin ilk şiiri değil,  ilk aşk şiiri (şimdilik)  olduğunun altını çizeyim. Belki de insana dair en kıdemli duygu olduğunu düşündüğümden dolayı aşkı seçtim sanırım örnek olarak. Yoksa elbette farkındayım ki; yazılan tüm şiirler zamanına dair pek çok unsuru içlerinde barındırırlar. Bugünkü gözle okunduğunda yeterince anlaşılmayan ancak dönemine dair bilgiler eşliğinde anlamlı olabilecek dizeler taşırlar içlerinde. Cemal Süreya’nın “Ta çocukluğumdan beri / Ne buldumsa okudum / Sonunda anladım ki / Bir kitapta resim şart ” deyişinde nasıl şablonlu, enli boylu endam eden resimler kastedilmiyorsa aynı aralıktan konuşmak gerekirse biz de, bir şiirde tarih şart diyebilir miyiz? Bu yazıdaki sorumuz üzerinden hareketle düşünürsek, bu şiirleri yer altı sularıyla yıkanmış bulduğumuzu varsaydığımıza göre söz konusu sorudaki rolümüz elbette okuyucu konumu üzerinedir.

Bu kez de resim sözünden hareketle bir zamanlar bu ülkede kendince ünlü bir figüre geçeyim. Belli yaş ortalamasında olanlarımız, gözünde bir damla yaş olan çocuk posteri denilse, hemen saçları buram buram buğulu gözlerine düşen, yanağından irice bir yaş süzülen o çocuğu anımsarlar sanırım. Bir gün tepesine kadar yüklü bir kamyonun camında görmüşüzdür belli belirsiz, başka gün herhangi bir ayakkabıcı dükkânının vitrininde. Diyelim ki, gelecekte yeraltından çıkacak olan -ya da bugün üzerinden düşünüp, mizahi şekilde söylersek; yazıldığında bir şekilde kaybolmuş da, bir gün aniden bir forward sırasında net aralığından ekrana düşecek olan diyelim- bir şiirde bu postere atıfta bulunulmuş olsun. Günümüz Türkiye’sinde yaşayanlar, sözü edilen çocuğun gözyaşı büyüklüğünü dahi anımsayacaklarken, bundan elli altmış yıl sonra yaşayacak olanlarsa, ancak hayal edeceklerdir görüntüyü. Hayalleri belki gerçeğine yakın olur, ama asla aynısı değil. Şiir elbette, illâ birebir şairinin yaşadığı dönemden izler taşımak zorunda değil, Çok eskilerde kalmış gibi görünen bir görüntüyü de canlandırıyor olabilir. Ne demiştik; şiir okumada tarih bilgisi şart. Bugün kaç kişi Ece Ayhan’ın “ Sen insanı hep öperek mi ele verirsin ” dizesinde İsa ve onu öperek ele veren Yuda’ya gönderme olduğunu düşünür? İnsan, tarihinden ne kadar kopabilir? İkinci sorumuz da bu olsun isterseniz, tersten kurulmuş. Mevlâna ve Şems arasında olanları bugünün gözüyle yazılan dört tane roman üzerinden okuyup anlamaya çalışıyorsak, zamanın altından su yürütüp, üstünden susuz dönmüş sürpriz bir şiiri neresinden anlayacağız?

Ya şairin içinde çırpındığı, sorun yumağı sözlerle bezeli şiirler, var olan dönemin algısından kaynaklanıyorsa. Bahsi geçen sorun çözülüp unutulduğunda, daha da ötesi algılar dönüştüğünde gözümüze değen sözlerin ne kadarı anlaşılacaktır? Eski bir Mısır şiirinde “Seni zeytinyağı içmek gibi seviyorum.” şeklinde bir dize karşımıza çıktığında ilk üreteceğimiz tepki büyük olasılıkla şaşkınlıktır. Sonra ister istemez düşünmeye başlarız; imgelere zamanın etkisi ne kadardır? Zamanın uygarlık ve zevk anlayışları şiirin özüne nasıl yansıyor? Ne gibi farklılıklar getiriyor?

Bir dönem Arap şiiri deve güzellemesi ile başlardı. “Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi / Suat'ı alıp götürdüler./ Gönlüm öyle kırık ki! ” demiş Kaab Bin Züheyr, Suat isimli deveyi anlattığı şiirinde. Ancak bu kadarı, söylemek istediğime yeterli örnek oluşturamayacağı için şiirin tamamını alamasam da devamı olan bir bölümü daha paylaşmak isterim.

Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.
Tan vakti Suat göçtü buralardan. O ne mağrur bakışlardı Rabbim
Ve ne müstağni.
Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,
Tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.
Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı.
Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.
Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.
Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.
Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları,
Nasıl yıkarsa pırıl pırıl geceleri yağmur tepeleri.
Ağzındaki su o yağmur suyu Suat'ın, dişleri o beyaz kum tepeleri.
Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,
Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni.
Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek.
Benim kaderim böyle. Onun aşk felsefesi.

Ben bu aşkı ne kadar anlamlandırabilirim bugün, o kültüre yabancı bir toplumda ve farklı bir zamanda yaşıyorken. Kaldı ki; eminim; biraz önce en kıdemli olgu olarak tarif ettiğim `aşk` bile gelecekte, bugünkünden başka sorunları taşıyacak içinde çağı gereği. Bundan çok değil, on beş yıl önce sevgiliden her an gelebilme ihtimâline karşın bir türlü gelmeyen cep mesajı gibi bir boyut yoktu yaşanan aşklarda. Ve bunun insana hissettirdikleri. Bir türkü vardır yıllar öncesinden; belki sevgiliden trene verilmiş bir mektubu içinde taşır diye trenlerin yolunun gözlendiği aşklardan kalma: “ Kara tren gelmez m’ola / Düdüğünü çalmaz m’ola / Gurbet ile yar yolladım / Mektubumu almaz m’ola / Allı gelin al olaydın selvilere dal olaydın / Gelen geçen yolculardan nazlı yar beni soraydın ”

Belki de anahtarın bir ucu budur, gebe sorulara ipucu olacak yolda. Tarihi doğru anlamak adına, yeraltından çıkmış o şiiri doğru anlamak adına, gelecekte doğru anlaşılma umutları adına belki de en çok…Çok değil bundan yaklaşık elli yıl önce düzenlenmiş bu türküdeki koşulları düşünün. O içine hasret sinmiş sabırlı bekleyişi, gelip geçen yolculardan sorulmayı dileyecek kadar sevgiliye ulaşmak için tıkanmış yolları. Biz bugün bir yandan teknolojik imkânlarla sarmalanmış olduğumuz halde iletişimsizlikle savaşarak bu türküyü dinlerken onları anlamaya ne kadar yakınsak, muhtemelen o kadar anlayacaklardır bizi de geleceğin insanları. İnsandan insana, zamandan zamana, bellekten belleğe, yürekten yüreğe akacaktır anlam ve kendini sürekli yeniden yaratacaktır.

Aynur Uluç

Şiiri Özlüyorum
2010 / Sayı 34

Şiirdeki  *` lı ifadelerin anlamları çözülememiştir.
**Bu şiir büyük bir olasılıkla Yeni Yıl kutlamalarından birinde, Kral Şu-Sin`in seçilmiş gelini tarafından söylenmiştir. (şiirin orijinali sümercedir)
Şiirin kopyası, metni, çeviri-yazısı, çevirisi ve yorumundan oluşan sümerologların ortak çalışması TTK yayını Belleten dergisinde yayınlanmıştır (Cilt 16, s 345 vd) .

 http://aynurozbekuluc.blogcu.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder