26 Nisan 2011 Salı

BİR KİTABIN KALBİNİ OKUMAK

SEZAİ SARIOĞLU

Hayat bazı kitapları bize bağışlar. Fethiye Çetin’in “Anneannem” kitabı bu bağışın emanetidir. Her kitap kitaptan fazla bir şeydir, bazı kitaplar ise daha da fazla… Fethiye Çetin’in “Anneannem” kitabı Heranuş’un hikâyesinden çok fazlasını içerir ve ima eder kıymettedir. Kitabın içine gizlenen, tarihe gömülü kıyımın sesini duyan, Özgün Acılar Cumhuriyeti’nin değişik yörelerine saçılmış torunların dillenmesiyle, bu kez Ayşe Gül Altınay ile Fethiye Çetin yeni bir kitap bağışladılar bize: “Torunlar”.  Her iki kitabı okurken, dil ve sürgün travmasıyla baş etmek için şiirlerinin içine kaçan Cemal Süreya’nın “1948’de Dostoyevski’yi okudum o gün bugün huzurum yoktur” cümlesi yeniden yürürlüğe girdi hayatımda… O gün bugün, acılardan dokunmuş huzursuzluk hırkası giymiş derviş gibi, kitapların açtığı soru kapılarının anahtarlarını arıyorum.


Okuru, hatırlamaya, hatırladıklarını yüzleşmek için anlatmaya çağıran “Anneannem” ve “Torunlar” kitapları devletin diline ve bilgisine teslim olmamayı öğütler bize. Travmalarımızla baş etmemiz için, belleğimizin çekmecelerinde gizlediğimiz “sır”ların dillenme zamanının gelip de geçtiğine işaret eder... Ve ellerimizden tutup, travma ve iyileşme bahsinin kapısına götürür bizi. Travmayla baş etmenin yollarından birisi hikâyeyi anlatmak, iyileştirici bir adalet için yeniden kurmaktır. “Anneannem” ve “Torunlar”, bu topraklarda binlerce insanın dillerinin altına ve içine gizlenmiş sırların dillendirilmesi gerektiğini, iyileşmenin ancak yaşayanların ve duyanların hikâyelerini anlatmaktan geçtiğini söyleyerek ve ima ederek toplumu yüzleşmeye davet ediyor. Judith Lewis Herman,“Travma ve İyileşme” kitabı için “Travma mağdurlarının anlatımları, bu kitabın kalbinde yer alır.” demişti. Heranuş’un ve yirmi beş torunun anlattıkları hikâyelerse her iki kitabın tam kalbinde yer alıyor. Her iki kitapta dillenenlerin; yani, iyi bir şey mi devletin arkasına saklanmak… Yetmedi, devlet sözünü çarşı-pazar dolaştırıp satmak, iyi bir şey mi, dediklerini duyar gibiyim… Hâl böyle olunca da bu kitaplar tarihsel ve güncel kıymetleri gereği, kalbinden okunması gereken kitaplar sülâlesinden…


Başkalarının acılarını anlamaya çalışırken, insanın, kendi hikâyesinden parçalar çıkıyor bilinçaltından bilinçüstüne… Bir tür, bastırılmışın geri dönüşü… Fethiye, anneannesinin hikâyesini anlattıkça, çok aklını, şarkılı aklını daha yirmili yaşlarda yitirmiş annem geldi aklıma. Dilinden, “az” komşuların çok şarkılarını düşürmeyen annem… Dilini tamir etmek istediğinde komşu alfabenin harflerini diline süren annem; içimizi tamir etmek için önce içimizi tahmin etmek gereklidir, diyen; sonra da komşudan iyilik almaya giden annem…  ( evde şarkı bittiğinde annem komşuya şarkı almaya gönderirdi / evde komşu bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi)

Heranuş, “Dersim dört dağ içinde” türküsüyle “Hovivı sarum dıkhretz / Siro yerkı nıvakets / Üzgün çoban dağlara çıktı / Aşkın şarkısını söyledi” sözleriyle başlayan “Hingalla” isimli şarkıyı söylerdi. “Bir daha geri gelmesin” dediği yıllardan sonra hiç karşılaşmadığı kardeşi Horen Amerika’da ölünce onu bir daha türkü söylerken gören olmadı. Ermeni ahretliği kovulduğunda annem; her komşu için ayrı makamda bir şarkı söylemiş, tez dönsünler diye peşlerinden bir avuç Karadeniz, bir avuç komşu emaneti şarkı dökmüştü. (o zamanlar çok sokaklar az evlere cevaptı / az evimiz çok dernekti, çok devrimciler az sinema ve az aşktı / udi hrant’ın göz kaçamağı rosa eskenazi’nin ahretliği anneme göre / alaturka musiki bilmeyen maddeci lenin’in manalı eksiklikleri vardı / devrimin manisi yoktu bize çok sık uğrar, çaya fasıla kalırdı / annem için devrim; babamdan habersiz rahmetli che ile tanışmaktı / “az” komşuların iki vakte kadar fasıla geri dönmesiydi )

Günlerdir “Anneannem” ve “Torunlar” kitapları elimde. Kitapların içine girdim çıktım, imaların ve fısıltıların sokak aralarında dolandım. Bunaldığımda ayağa kalktım. Nefesimi tuttum, ah’ımı saldım. Uzun zamandır üstüm başım tarihti, şiirleri ihmal etmiştim. Bu kitapların içinde kışlarken birden şiirler, dizeler kondu dilimin ucuna. Şair İlhan Berk, “Dilin uyku halini merak ediyorum. Uyurken dil ne yapıyor acaba?” demişti. Bu iki kitabı okuduktan sonra, dil’in ve dillerin susarken, susturulurken ne(ler) yaptıklarını düşündüm günlerce. Sonra sokağa Ermeni olarak çıktım. Sanki ahparik Hrant ile yürüyorduk ve ben ona şiirler okuduktan sonra, "Yine azınlığa düştü yüreğim…" diyordum eski günlerdeki gibi…

Kesik kesik anlatılan bir masal gibi Heranuş’un hikâyesi… Kitabı, Heranuş’u ve Torunlar’ı kalbinden okuyunca, masalcı, hikâyeci oluyor insan. Kalbinden duyup okunan masalın sahibi olunca da Ortadoğu masalcıları gibi bir masal/hikâye dili kurarak anlatmaya başlıyor her yerde: Diline devlet sürülmüş Heranuş, gelmiş geçmiş bütün susmaları dener… Osmanlı'dan Cumhuriyet’e devlet, susturmanın ticaretini yapmaktadır. Suçsuz su yerine, suçsuz öldürülenlerle doldurulmuş uzak ve yakın tüm kuyular şaibelidir. Sesinde o günlerden kalma derin hikâyeler vardır. Yıllarca bilinçaltında oturup, tarihin küllerini eşeleyip durur. Uyuyunca o günlerden kalma sesler içinde uyur. Uyanınca devlet sesiyle uyanır. Yıllarca, konuşmayı oyalar. Memleketin "Ödleriyle öten kuşlar gibi" olduğunu gördükçe, korkunun tarihini düşünür. Belki de bu nedenle musalla taşında bile düşüncelidir...
Heranuş’tur adı... Suskunluğu uzun boyludur. Eski ama eskimeyen zorunlu susuşu içine derttir. Devlet ve devletsiler dilinin başında gardiyandır. Susmaya görgülüdür; içine ve dışına susarak biriktirir kendini. Günün birinde susmak da eskir. “İki yaprak yerde konuşur ya, o zaman”, anneanne makamında dili çözülür. Torununun kulağına geçmişi hikâye etmeyi iyi huy edinir. Yeni bir dil kurulur aralarında... Yeni dillerine taşınırlar. Birlikte tarihe bakarlar. Heranuş, kötülük toplumuna, eski ve yeni dinince şöyle beddua eder sanki: “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da...” Torunu da ona, “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” diyerek gönlünü alır.

“Yeni bir sözcük öğrendim geçende rastlantı sonucunda;/ Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta,/ Yani mecazi anlamda bir gizli niyet bir duygu ve düşün / Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün / Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz ve söyleyin bana / Nedir yüreğinizdeki siyah nokta gizli niyet süveyda?”  (Metin Altıok)

Bazı sözcükler bir tarihin özetini verirler bize. O sözcükler üzerinden de devlet ve kötülük toplumu suçüstü yapılabilir. Heranuş’un nüfus cüzdanında yazan “Mühtedi” sözcüğü böylesi huyu olan sözcüklerden. Sanırım çok azımız duymuştur pek ortalıkta dolaşmayan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e özel bir anlamı olan, kıssası da hissesi de kötülük ve ötekileştirme olan şifreli sözcüğü. Dağa-taşa milliyetçi tuğralarını işleyen geleneğin, “Kılıç artığı!” da denilen, kırımdan kaçamayan, göçemeyen, el konulan çocukların ve kadınların hüviyetine “mühtedi” damgasını vurması kötülüğün doğasına uygun. Mühtedi, yani devletin ve ahalinin diline doladığı “dönme!”, yani dinini değiştirilip Müslümanlaştırılarak hidayete eren, dili çıkarılıp yerine başka bir dil takılan kişi…  Sizin ailenizde kafile, kafle, sevkıyat, tehcir, götürme, göç, sürgün, soykırım, katliam sözcükleri hiç cümle içinde kullanıldı mı? Sahi; Heranuş ninenin, torununa “o günler” dediği günler hangi günlerdi… Şimdi, yoklayın yüreğinizi hepiniz ve söyleyin bana, “Nedir yüreğinizdeki siyah nokta gizli niyet süveyda?”
SEZAİ SARIOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder