13 Haziran 2011 Pazartesi

Üc Bej Anı

 YİĞİT OZAR
2004 yılı, üniversitedeki ilk günüm, Edebiyat Fakültesi’nin kütlesel binasının önünde dikiliyorum, binanın tüm heybeti, ağır çizgileriyle birlikte üzerime üzerime, omuzlarımın üzerine biniyordu sanki. Bu Atlas’ın dünyayı taşıması gibi hazin ya da bu fakülteye yıllarını vermiş bir öğretim üyesinin görevi gibi iddialı bir “omuza binme” değildi elbette. Sadece üniversitenin ilk gününün tarifi güç, fazlaca heyecanıydı. Büyük bir binanın, geniş koridorlarında, yüksek tavanlarının altında yolumu arıyordum. Çok geçmeden binanın Labyrinthos’u andıran koridorları zihnimi de bir labirente çevirmeyi başardı. Şaşkındım; Bandırma’dan sonra İstanbul şaşırtıyordu insanı, üniversitenin binaları, hocaları, Hergele’deki sohbetleri -idare büyük harflerle ŞEREF HOLÜ demeyi tercih edebilir ama Hergele işte, inadına Hergele!- ile ilk yılın her anında kırılmalarla doluydu zihnim, ardı ardına gerçekler yüzüme çarpıyordu. Kimi zaman bir anfiden geliyordu, kimi zaman koridordaki bir masadan…  Alışıkındım gerçi bu tür kırılmalara, ne de olsa benim dergah Bandırma’da ki Ozan Sanatevi idi. Üniversitedeki önemli bir kırılma mezun olunca arkeolog olmayacağımız, sadece nasıl bir arkeolog olunacağını öğrenmiş olacağımızı duyduğumdaydı. O an başlamıştık işte yeni birşeyler öğrenmeye. Ama yani şimdi kırılmalarımın tarihi diye kronolojik bir anlatıma başlamayayım. Yalnızca üniversitedeki bir arkeoloji dersinin insanoğlunun başına neler getirebileceğine dair “Üc Bej” anımdan söz edeyim.

Üçüncü sınıfta etnoarkeoloji dersi için bir seminer hazırlamamız istenince Çiçek, İpek, Bahadır ve benden oluşan bir takım kurduk.Takımı kurduk kurmasına ama bir de konu bulmak gerek. Etnografik bir aktiviteyi belgelemeliydik. Dersin geçmişi epeyce eski olunca ilk bakışta araştırılmadık konu kalmamış gibi görünüyordu. Uzun yıllardır Çingene kültürü üzerine araştırma yapan Sinan Şanlıer ağabeyin önerisiyle Edirne’nin “Kakava”sını konu olarak seçtik kendimize. Cihangir’de Sinan Ağabey ile bol çaylı bir sohbetin ardından başladık araştırmaya. Okumalarımıza göre, bu bahar bayramı pek çok özgün özelliğini bozmadan devam ediyordu Trakya’da. İki gün süren Kakava, Çingenelerin tarihi ile ilgili pek çok veri içerdiği gibi, ziyaretçilerine bu halkın toplum içindeki yerini, algılanışını bir kez daha gösteriyordu.

1870'lerin sonunda Londra, Fotoğraf: : John Thomson/Getty

Edirne’ye vardığımızda bir panonun üzerinde Kakava festivali diye bir afiş ve altındaki program gözümüze çarptı. Biraz umut kırıcıydı bizim için ne de olsa, ihtiyacımız olan belediyenin ya da valiliğin vs. düzenlediği sıradan bir festival değildi. Böyle bir organizasyonda nasıl etnografik bulguları belgeleyebilirdik ki? O günün akşamı yanıldığımızı anladık. Şenlik alanı, Sarayiçi’nin yarısında formel etkinlikler kutlanırken, diğer yarısında Çingeneler kendi kutlamalarına devam ediyordu. Ufak tefek, zamana bağlı pek doğal farklılıklar olsa da müzik, dans, rengarenk giysiler Tunca Nehri’nin kıyısında olduğu gibi devam ediyordu. Kuzu çevirme yerine pilav vardı mesela, bir başka mesela; şenlik ateşini Çeribaşı yerine Vali yakıyordu. Ama olsun şimdiki zamanda ya da geçmiş zamanda Çingene olmanın hiç de kolay olmadığını anımsadığımızda mesele değildi bu meselalar. 

Bir video kamera, bir fotoğraf makinası amatörce belgelemeye başladık. Bir uçtan diğer uca onlarca insan halkası vardı, halay değildi bunlar elbette. Çoğu İstanbul’dan gelmiş fotoğrafçı gruplarıydı. Darbuka ritimlerinin arasına karışan yüzlerce deklanşör sesini duymamamız mümkün değildi. Biraz yaklaştığımızda bu gurupların dans eden, oynayan çocukların etrafında kümelendiklerini gördük. Fotoğrafçılar üç beş kuruş bahşiş attıktan sonra çocukların Kakava’sına karışmakta bir sakınca görmüyordu. Daha güzel bir fotoğraf çekebilmek için pembe bir yemeniyi bir kızın başına atıverebiliyorlardı, kolundan çekerek ne yapması gerektiğini tarif edebiliyorlardı. Durumu daha da abartanları da gördüm; küçük bir kıza gelinlik giydirip, fonda Osmanlı Sarayı'nın harabeleri, önde nehir kendince pitoresk bir kaç fotoğraf yakalamanın peşinden koşarken Kakava’nın geleneklerine gölge düşürmekten geri kalmıyorlardı. Zira Kakava’da gelinlik giymenin anlamı gelinlik yaşa geldiğini duyurmaktı aslında. 

En kötüsü de ertesi günün kuşluk vakti, geleneğe göre Tunca Nehri’ne girmesi gereken Çingeneler suyun soğukluğu ve çevrelerindeki oryantalizan fotoğrafçı ordusundan çekindiklerinden, bunu yapmak istemediklerinde bir fotoğrafçının cebinden yirmi lirayı çıkarıp Tunca’ya atması oldu. Fotoğraf makinasını başından beri bir tür saldırı aracı olarak kullanan fotoğrafçı suya attığı paranın suyu ısıtacağını, tüm mahremiyet endişelerini gidereceğini düşünmüştü. Fotoğrafçı için bu para, istediği fotoğrafı almasına engel olan tüm sorunların çözümüydü. İşte bu kötü düşünceye en güzel yanıt, hiç bir Çingene'nin paranın peşinden suya atlamaması oldu. 

O an benim de boynumda bir fotoğraf makinası vardı tıpkı o fotoğrafçı gibi... Çingeneler'in gözüyle fotoğrafçıları süzmeye çalıştığımda ben de onlardan biri olarak görünüyordum kalabalığın içinde belki amacım, yöntemim farklıydı, belki onlar benim için bir fotoğrafın figürü değildi ama nerden bilebilirledi farklı düşündüğümü. Bilen bilir, nerdeyse bir kilodur benim makinam, o an boynumda hissettiğim ağırlık çok daha fazlasıydı, yüzümün kırmızılığı alandaki en al yemeniyi geride bırakacak tondaydı. İşte bu da bir yüzleşme idi benim için. İster “utanç” ister “adab” eğitimi deyin, ama bu anı insanların içindeki ırkçıyı öldürmenin bir başka yolu oldu benim için, ayrıca halkları seyretmenin, araştırmanın, anlamaya çalışmanın adabını, fotoğraf çekmenin adabını sorgulamama vesile oldu. Bu eğitime açmamızın içinde yan köyden Mustafa Ağabey, Mehmet Dayı’yla kurduğumuz ilişkiyi de katmalıyız. Fotoğraf çekerken “sanatı”, kazıda “bilimi”, belgeselde “aktarmayı” hedeflerken insani değerleri görmezden gelmek, yönetmenin ya da estetik kaygıların göz alıcı cazibesine kapılmak lüksümüz olmadığını her an aklımızda tutmalıyız.

Geçenlerde bilgisayarın başında miskin miskin oturuken Nedjo Osman’ın Çingene Olmak Kolay Değil şiirine rastladım, Yağmur Denizhan’ın çeviresinden Aynur (Uluç) Abla’nın Türkçe düzenlemesiydi, şiir güzel, çeviri ve düzenleme de en az şiir kadar hisli olunca bir anda hatırladığım bu anı canlandı gözümün önünde. Şiiri paylaşınca Aynur abladan gelen e-postaya bir yanıt yazdım bunları anlattım, karşılıklı içlendik sonra dedim ki daha yüksek sesle paylaşmalı… 

Bu sabah Arkeoloji Gazetesi’nin fikir babalarından, bizim meclisin eş durumundan arkeoloğu Ertuğrul’dan “yaz” mesajı gelincede döküverdim içimi işte, bilmem iyi oldu mu? 
Sağlıcakla,

ÇİNGENE OLMAK KOLAY DEĞİL
Resim: Nikolaj Alexandrowitsch Jaroschenko,1886

Sorma, neden gülemediğimi
hayır, eskisi gibi değilim
tanrı aşkına, sorma halini ruhumun

asla sorma
neden şaşkın olduğumu
sorma
çingene olmak kolay değil
bana şeytan dediler
kara, pasaklı
sorma
Zar zor uyanıyor rüya
İçim hep kış
şarkı söylemek keyfimden değil
kurtları uzak tutmak için müzik
sarhoş uyutmak için onları
gözyaşlarıyla
ya da hüzünleriyle
Çingene olmak kolay değil
sormazlar
cehennemin dibine git derler
Hindistan’a git
asla sormazlar
neden şarkı söylediğimi
sorma artık
nasıl olduğumu

N. Nedjo Osman / Makedonya

( Patrin isimli kitaptan ve Yağmur Denizhan’ın çevirisinden ortak bir dil kurularak yeniden düzenlenmiştir.)


Kardeş sitemiz  arkeoloji gazetisinden alıntıdır.

http://arkeolojigazetesi.com/    


 YİĞİT OZAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder