AYNUR ULUÇ
"Anneanne, biliyor musun, kardeşin
Horen kızına kimin ismini vermiş?" dedim
"Nereden bileyim?"
"Senin ismini vermiş anneanne; kızına Heranuş adını koymuş."
Birden yüzü aydınlandı, yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve, "Demek beni unutmamışlar," dedi.
Bunu söylerken o kadar heyecanlanmıştı ki, sesi önce bir yutkunmanın ardında kaybolup sonradan zorla ortaya çıktı.
Başka bir şey sormadı, duygularını belli etmemeye çalıştı ama anneannemi ilk kez o gün şarkı-türkü mırıldanırken gördüm.
"Nereden bileyim?"
"Senin ismini vermiş anneanne; kızına Heranuş adını koymuş."
Birden yüzü aydınlandı, yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve, "Demek beni unutmamışlar," dedi.
Bunu söylerken o kadar heyecanlanmıştı ki, sesi önce bir yutkunmanın ardında kaybolup sonradan zorla ortaya çıktı.
Başka bir şey sormadı, duygularını belli etmemeye çalıştı ama anneannemi ilk kez o gün şarkı-türkü mırıldanırken gördüm.
Anneannem türkü söylüyordu...
(Anneannem, Fethiye Çetin)
Başladığı günden bu yana müdavimi olduğum Sezai Sarıoğlu ile Nehirmuhabbetler’in dördüncü yılına girdik. Bugüne dek sinemadan müziğe, edebiyattan mizaha pek çok konuk ağırladı Nehirmuhabbetler. 2011 yılının ilk konukları Fethiye Çetin ve Ayşe Gül Altınay. Çetin’in kaleme aldığı Anneannem ve bu kitabın açtığı yolda gerçekleşen görüşmeler ve araştırmalar sonucunda ikisinin birlikte oluşturdukları Torunlar isimli iki kitap var muhabbetin merceğinde de. Bu iki kitabın, o ana kadar gördüklerimize, duyduklarımıza, düşündüklerimize farklı bir gözle yeniden bakmayı gerektirecek kitaplardan olduğunu duymuştum. Okumalarımı kitapların tarihe düştüğü zamanı takiben yapacağım için öncelikle aldım elime niyeti ve Fethiye Çetin'in “Anneannem” isimli kitabını başladım okumaya. Okudum... Yollarda ağlayarak okudum... Yarım bırakmak zorunda kaldığım yerlerde aklımı sayfalarda bırakarak okudum... İçin için isyan ederek, okuduklarımın gerçekliğini algılarken "hiç olmasaydı" duygusunu derinden hissederek...
Kitabı bitirdiğimde göğsümde öyle büyük bir yara açıldı ki, içimi şiirle sakinleştirmek istedim. Şair Özdemir Asaf’ın mum aleviyle oynayan kediyi anlattığı şiiri nereden aklıma geldi, hangi bağlantı neden oldu, bilinçaltım nasıl harekete geçti bil(e)miyorum. Belki okuduklarımı bir anlama oturtmak için, belki çare ile çaresizliği yeniden karıştırmak için kalp sayfalarımda. O sayfalardan gözüme akan fotoğrafların yıllar içindeki karşılığını bulmak ve bilmek için belki... Sakinleştirmek için göğsümde ürkütülen kuş sürüleri gibi savrulan fırtınayı. Belki de ağlamalarım yeni anlamalarla hızlansın diye yolumu kesmiştir; “Bir evin bir odasında göz-göze susan iki insan”ın şiiri. Mum ellerimi tırmalasın, belleğimi yaksın kedinin elleri, içimi yıkayana dek ağlayayım diye belki de. Ağlarsam, belki daha fazla insan oluruz gibi bir umut. Belki daha fazla insan olursak, daha fazla anlatır ve dinlersek Heranuş Nene’nin “Bir daha gelmesin, bir daha yaşanmasın” dediği günler insanların başına gelmez, türünden bir iyimser umut. O günlerin acısını gözyaşlarımla temizleyemesem de, içimi-dışımı acıtan anıları okşayabilir miyim gibi bir umuttu işte ağlayışım. Yollarda da olsam, bunca suskunlukla mayalanıp kabaran acıya yürek kabarttıkça kendimi tutamayışımdı gözyaşlarıma sebep.
Neden kedi, neden alev; neden dün ve neden bugün? Her şey birbirine karıştı. O acı günleri anlatırken, bu çaresizliğinin sebebini soran torunu Fethiye Çetin’e Heranuş Nene ne diyordu aynı çaresizlikle: “Ne bileyim...”
Bu cümleye sığındım ben de. Bu cümleyle seslenerek yanıtladım kendi kendime sorduğum soruları. Sonra yakıştıramadım kendime bugün hâlâ bilmiyor, öğrenmiyor olmayı. Yıllarca susularak büyütülmüş acıları bilip de söylemiyor olmayı yakıştıramadım bizlere. Daha çok bilmeli, daha yakın tanımalı, daha fazla dinlemeliyiz, diye düşündüm. Gözümüzün gönlümüzün tüm pencerelerini açıp "bizden" ve ""onlardan" demeden, hiç kimseyi “içimizden biri”, “dışımızdan biri” ilân edip ötekileştirmeden dinlemenin insaniliği... Dahası, kendimizi kendimiz(d)e ötekileştirmeden yenilemeyi... İnsan’ı kendimize ötekileştirmeden anlamalıyız. Anlatmalıyız… Kitabın içinde ve dışında, denizde ve karada düşündüm... Düşündüm... Ama önce sakinleşmeli ve sonra durmalıydı içimde kabaran sular. Dinginleşmeliydi önce, viran olan kalbimdeki kuş. O yüzden belki de şiir okudum, şiir sustum kendimle... Kendimle yalnız ve kalabalığımla çok...
“Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
O evde bir de kedi vardı.
Geceler indiğinde kendi havasında
Mum yanar, kedi de oynardı.
Mumun yandığı gecelerden birinde
Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı
Baktı
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.
Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukçasına
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakçasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı…
İlk kez gördüğü mumun yakmasına
İnanmayacaktı.
Kedi, oyunlarında büyüyordu
Kedi, oyunlarında büyüyordu
Mum, üşüyordu yanmalarında.
Aralarında.
Bir ayrışım görünüyordu
Birinin yanmalarında
Öbürünün oynamalarında.
Kedi oyunlarında büyüyordu
Kedi oyunlarında büyüyordu
Yitirerek gitgide oyunlarını.
Mum küçülüyordu yanmalarında
Yitirerek gitgide yakmalarını.
Oynarken büyüyen kedi yanacak
Oynarken büyüyen kedi yanacak
Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
Küçülen yaka-yaka aydınlatacak
Büyüyen yana yana anlayacaktı.
Bir mum yanmasından
Bir mum yanmasından
Ve bir kedi oyunundan
Kaldı sonunda
Bir gecenin tam ortasında
Bir evin bir odasında
Göz-göze susan
İki insan.
II
Mum yandı bitti
II
Mum yandı bitti
Kedi büyüdü gitti.
Oyunlar karıştı gecelerde
O iki insandan, sonunda
Birinin anılarında kedi
Birinin dalmalarında mum
Kaldı gitti.
Nerede bir mum yansa şimdi
Nerede bir mum yansa şimdi
Nerede oynasa bir kedi
Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri...
Bugün dün gibi oluyor
Dün bugün gibi.
Mum ellerimi tırmalıyor
Belleğimi yakıyor kedinin elleri.
Belleğimi yakıyor kedinin elleri.
Özdemir Asaf
AYNUR ULUÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder