OSMANLI DEVLETİNİN RUHU HALÂ YAŞIYOR !..
NEDEN «BİZ BİZE BENZERİZ»!...
İÇİNDEKİLER
İŞİN KÖKÜ NERELERE DAYANIYOR..
NEDEN BİZDE «SOL SAĞ»DIR !..
OSMANLI DEVLETİNİN HALÂ YAŞAYAN MADDESİ VE RUHU ÜZERİNE..
YA TARİHSEL DEVRİM..
KİMİZ BİZ, NEDEN „KENDİMİZE
BENZERİZ » !..
DEVLET VE BİREY..
OSMANLI HER DÖNEMDE HEP İLERİCİ BİR RUHA MI SAHİP OLMUŞTUR..
ANCAK KENDİ KARŞITINI YARATARAK VAROLABİLİRSİN..
VE 27 MAYIS : « KARŞI DEVRİMMİ YOKSA ÖZGÜRLÜKLER ORTAMI
YARATICISIMI..
12 MART, 12 EYLÜL VE SONRASI..
TÜRKİYE SOLUNUN DİYALEKTİĞİ..
1923’te “Cumhuriyet’in kuruluşu”, Tanzimat’tan
I.Meşrutiyet’e, daha sonra da 1908 “Jöntürk Devrimi’ne”
kadar çeşitli aşamalardan geçerek
gelişen Osmanlı’daki “burjuva devrimi” sürecinin zaferi miydi sizce; 1923’te,
niteliksel olarak yeni bir devlet-bir burjuva cumhuriyeti mi- kurulmuş
oluyordu böylece, böyle mi düşünüyorsunuz
siz!..
Sizi bilmem ama ben böyle düşünmüyorum! Ben, “Cumhuriyet Devrimi’ni” de, tıpkı
Tanzimat, I.Meşrutiyet
ve 1908 “Jöntürk Devrim”leri gibi Osmanlı
Devleti’nde gelişen biribirine zıt iki “devrim” sürecinin (yukardan
aşağıya doğru, “batılılaşma” adı altında başlayan ve bugün bile halâ
“ulusalcılık” adı altında devam eden, “Oryantalizm” kökenli kültür ihtilali
süreci ile, buna zıt bir şekilde aşağıdan yukarıya doğru gelişmeye çalışan sosyal
devrim sürecinin) bir parçası-aşaması- olarak görüyorum. Nasıl ki, bir Tanzimat
Fermanı’yla birlikte Osmanlı Devleti birden
niteliksel olarak değişerek “batılı bir devlet”, ya da bir burjuva cumhuriyeti-devleti haline
gelmediyse, 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte de Osmanlı Devleti hemen
öyle bir “batılı”- “burjuva devletine” dönüşüvermemiştir!!. Yani, 1923 bir
nitelik değişimi olayı (bu anlamda, “batılılaşma”-
ya da burjuva devrimi süreçlerinin tepe noktası) değildir. Osmanlı Devleti, bu tarihten sonra da, bir
Osmanlı cumhuriyeti olarak yaşamaya
devam etmiştir!. Bugün Türkiye’deki sınıf mücadeleleri de, son
tahlilde, cançekişerek de olsa halâ yaşayan bu yapının kendi içindeki “batılılaşma”-burjuva
devrimi süreçlerinin son perdesinden başka
birşey değildir!. 2007’de, son Osmanlı Padişahı’nın
tahttan indirilmesinden sonra (!) Devletin nitelik değiştirmesini- Devleti
burjuvaziye kaptırmayı-bir türlü içine sindiremeyen Osmanlı artığı “batıcı”
görünümlü “ulusalcı” Devlet Sınıfı mensupları ne yapacaklarını şaşırmış vaziyettedirler!
Çünkü, aşağıdan yukarıya doğru gelişerek zirveye yaklaşan burjuva devrimi
süreci artık diyalektik karşıtı olan “kültür
ihtilali sürecini sona erdirmekte, ya da kontrol altına almaktadır.
Her
devrim bir tür “kıyamet”tir aslında! Çünkü, böyle dönemlerde ölüler de mezarlarından kalkarak katılırlar hesaplaşmaya!. Bugün Türkiye’de olan da bu
değil midir!. Bütün bir Osmanlı tarihi adeta yeniden canlanıyor bilinçlerde.
Biz kimiz, neyiz, nereden-nasıl geldik buraya; dün ne idi, dünü yapan güçler
kimlerdi; bütün bu sorular yeniden soruluyor. Fatih’ten II.Mahmut’a, II.Abdülhamid’ten
Jöntürklere-İttihatçılara ve de Kemalistlere kadar, tarihi yapan-daha doğrusu
bu tarihsel tiyatroda daha önce rol almış olan- bütün o kişilikler birer birer
kıyam ederek-dirilerek- ayağa kalkıyorlar ve sorgulanıyorlar! Çünkü insanlar
bugünün dünün içinden çıkıp geldiğini anladılar artık. Bu yüzden de, dünün o
karanlık labirentleri içinde kaybolup
giden bugüne ilişkin gerçeği arıyorlar!
Ama bu
yeterli değildir! Çünkü, dün bugünün
içindedir! Yani, sadece tarih kitaplarının içinde bulamazsınız dünü! Dünü
yapan-yaratan aktörler, tarihsel süreklilik içinde yeni biçimleriyle bugünün içinde yaşarlar. Bu, her
çocuğun anne ve babasının genlerini kendi içinde taşımasına benzer bir yerde. Bu
nedenle, eğer bugünün içindeki sınıf mücadelelerinin diyalektiğini bilmek
istiyorsanız, aynı anda, hem dünden
bugüne, hem de bugünden düne doğru seyahat edebilmeyi başarabilmeniz gerekir.
Çünkü, dün bugünün içinde olduğu gibi, bugün de dünün içinden süzülerek
günümüze gelmektedir.
Şimdiye kadar hep, “kralın çıplak hali” bu diye onun kılık değiştirmiş şekillerini
gösterdiler bize! Bizler de hep hayalet taşladık! Bu nedenle, şu an şaşırıyor olsanız da, içinizden, “o kadar da
değil” deseniz de, bir an için, bütün bu söylediklerimin doğru olabileceğini
düşünün, bakın neler olurdu o zaman:
1-Bir kere, sınıf mücadelesini saptıran bütün o
kafa karıştırıcı “solcu”-“sağcı”-“Kemalist” “bakış açılarının”, “teorilerin”,
“ideolojilerin” hepsi bir anda yok oluverirlerdi bu durumda! Öyle ya, eğer
gerçekten benim dediğim gibiyse durum, yani bugün Türkiye’de cereyan eden mücadele, son tahlilde, Cumhuriyet adı altında halâ varlığını sürdüren
Osmanlı Devleti’ne (ve Devlet sınıfına) karşı burjuvazinin başı çektiği bir sınıf mücadelesiyse[1],
o zaman, bu mücadelede kimin “ilerici”, kimin “gerici” olduğu da daha işin
başında apaçık ortada olacaktır. Ve örneğin, biz de o zaman, Devlet’i[2]
ve Devlet sınıfı unsurlarını “kapitalizme karşı olan küçük burjuvalar,
asker-sivil aydın zümre” olarak değerlendiren,
“onlar da, ortak düşmana-burjuvaziye-
karşılar” diyerek Devlet’le ittifak
kurmaya çalışan, onunla aynı saflarda yer alan bir “Türk solu’nu” tartışıyor durumda olmayacaktık; yani,
“Türkiye’de sol neden sağdır” deme ihtiyacını duymayacaktık!.. Çünkü saflar
apaçık ortada olacaktı bu durumda! Herkes, burjuva devrimcileri olarak tarih
sahnesine çıkan kültür ihtilalcisi İttihatçılar ne kadar “ilerici”- “solcu” iseler,
bugünkü “solcuların” da o kadar “ilerici-solcu” olduğunu anlıyor-görüyor olacaktı!. Ya da tersine, “solcular”, bugünkü
gibi “tarihsel devrimci”-kültür ihtilalcilsi Devletçi-“solcu” değil, gerçek
anlamda bir sol’u temsil ediyor olacaklardı!..
2-Kürt
meselesi de bambaşka bir boyuta indirgenmiş olacaktı bu durumda, Tıpkı Türk
meselesi gibi! Bugün tarih kitapları bize Osmanlı Devleti’nin Tanzimat’tan
sonra “Osmanlı” kimliği altında yeni tip
bir “Osmanlı vatandaşı” yaratma çabalarını enine boyuna detaylandırarak
anlatırlar. 1908’ den sonra Jöntürkler’in (daha sonra da Kemalistler’in) Devleti-Osmanlı’yı-yukardan aşağıya doğru bir
“Türk” bilinci yaratarak “Türkleştirme” çabaları da yer alır o kitaplarda; ama hiçbir tarih kitabında bu “Türk” kimliğini ve “ulusunu” yaratmaya
çalışan o instanz-Devlet, ya da sınıf- hakkında yeterli bilgi bulamazsınız! Hiçkimse
de, “bu nasıl bir “Devlet’tir” ki, varlığı kendi “vatandaşından” önce geliyor” diye sormaz! “Nasıl
oluyor da varlığı kendinden menkul bir Devlet-kendini “burjuva devrimci” olarak tanıtan bir Devlet
Sınıfı- daha sonra kendisine uygun bir vatandaş-“Türk vatandaşı”-ve “ulusu”
yaratabiliyor, bu nasıl iştir” diye sormaz! Bu “burjuva devrimci Devlet” olma
sıfatını ona kim-nasıl vermiş diye sormaz, soramaz[3]!
Soran olursa da onu hemen “zındık” diye
aforoz ediverirler!!.
Benim
bütün hayatımı değiştiriveren bu soruyu zamanında ben sordum ve de halâ
sormaya devam ediyorum! Bütün o tarihçi geçinenlerden de-eğer cesaretleri varsa
tabi(!)- pozitivizmin kalın surlarının
arkasına gizlenmeden cevap istiyorum bu soruya! Olabilir mi böyle birşey? Eğer
1923 Cumhuriyeti bir burjuva devriminin sonucu ise, yani bu tarihte Osmanlı
Devleti nitelik değiştirerek bir burjuva cumhuriyeti haline gelmişse, o
zaman nedir bu daha sonraki “Türk kimliği”
ve “Türk ulusu” “yaratma” çabası!!..
1-Ortada
bir ulus ve onu yaratan bir burjuvazi olmadan nasıl olmuştur da bir burjuva devrimi olmuştur?
2-Etnik
anlamda “kimlik” denilen şey, özünde, bilinçdışı kültürel bir oluşumsa eğer (ki
öyledir), ve bu da ancak tarihsel gelişim içinde aşağıdan yukarıya doğru
kendiliğinden gelişerek ortaya çıkabilirse,
yukardan aşağı doğru, planlı-bilinçli-modernist bir çabayla yaratılmaya
çalışılan o nevi şahsına münhasır “kültür”-“kimlik”-ve “ulus” nedir o zaman? Sakın
bana “bilişsel kimlikten” bahsetmeyin! Çünkü ben de o zaman size, “neydi peki o
kafatası ölçme” çabaları falan diye soruveririm!!..
Bırakalım
artık “Devleti kurtarma” adına katlanılan bu eziyeti! “Batılılaşıyoruz”, “Türklük bilinci”, “Türk ulusu” yaratıyoruz derken,
kendi kültürüne-benliğine yabancılaşmış, ne olduğu belirsiz, halka karşı olmayı
modernist bir kimlik (“laikçilik”) olarak tanımlayan bir kitle yarattınız
sonunda! Bir de tabi, buna karşı reaksiyon olarak oluşan “solcu-ilerici”
bir “Kürt” kimliği yarattınız! Ve bu ikisi çatışıyor şimdi görünüşte!
Ama bir
de, bütün bu görüntülerin altında kendi
mecrasında akıp gelişen bir mücadele var
ortada. Kökleri ta 16.yy’ın ortalarına kadar dayanan ve çeşitli
aşamalardan geçerek günümüze kadar
gelen bir mücadele bu..Bu nedenle,
yukardaki tabloya onu da eklemek gerekir. Yani, bir yanda, maddesiyle bugün
artık cançekişiyor durumda olsa bile, yarattığı
bütün o “kimlikleriyle”-yani ruhuyla-halâ
ayakta olan-yaşamaya devam eden- Osmanlı
Devleti’nin-Cumhuriyeti’nin- onun “sağ” ve “sol” kanatlarının-müttefiklerinin, diğer yanda ise, burjuva devriminin güçlerinin
yer aldığı bir mücadeledir bu.
Bu yazi
dizisinde tarihe-tarihimize bu gözle bakarak günümüze ilişkin bir tarih ve
kimlik bilinci yaratmaya çalışacağız..
İŞİN KÖKÜ NERELERE
DAYANIYOR?..
16.yy’ın ortalarından
itibaren, önceleri yavaş yavaş, ama daha sonra, özellikle de ikinci Viyana kuşatması
bozgunundan sonra, muazzam bir yapısal değişim
süreci başlar
Osmanlı Devleti’nde. Batı’da
kapitalizmin gelişmesine paralel olarak dış dinamikte meydana gelen
değişiklikler iç dinamiği de etkileyerek aktif hale getirince, üretici güçlerin
gelişmesini engelleyen merkezi Devlet otoritesi zayıflamaya başlar. Üretici
güçlerin gelişmesiyle Devlet’in güçten düşmesi, merkezi yapının zayıflamaya
başlaması aslında karşılıklı olarak biribirini etkileyen-tetikleyen, hızlandıran-
süreçlerdir. Ve öyle
olur ki, zaman içinde, “Yönetenler” ve “Yönetilenler’den” oluşan klasik Osmanlı
toplumsal yapısının içinde kendine özgü yeni bir sınıf-“orta sınıf”- daha oluşmaya-boy
göstermeye başlar. Müslüman kesimde “eşraf”-“ayan”, gayrımüslim kesimde ise, “kocabaşı”,
“çorbacı”, “knez” vb. olarak adlandırılan mahalli liderlerin ortaya çıktığı ve güç
kazanmaya başladıkları, özel mülkiyetin gelişmeye başladığı, Batı ülkeleriyle
ticaretin gelişmesine paralel olarak yeni bir protokapitalist-tüccar sınıfının
ortaya çıktığı kendine özgü bir gelişme-uzun vadede de kapitalistleşme-
sürecidir bu.
Tabi, merkezi otoritenin zayıflamasına paralel
olarak, yer yer derebeyileşme-feodalleşme de olur ve büyük boyutlara ulaşır.
Öyle ki, 19.yy’ın başlarına gelindiği
zaman, Osmanlı Devleti eskiden olduğu
gibi tek bir merkezi otoritenin kayıtsız şartsız egemenliğine dayanan bir güç-bir devlet-değildir artık. Devlet
gene durmaktadır yerinde, ama bunun yanı sıra şimdi iki önemli güç daha vardır ortada (bakın, Reayanın hiç sözü bile
edilmiyor!). Herbirinin kendine özgü orduları bulunan, iç işlerinde bağımsız
hale gelmiş “büyük ayanlar”-derebeyleri, ve artık protokapitalist unsurlar haline gelmiş olan diğer
Müslim-gayrımüslim mahalli liderler (eşraf-daha
küçük ayanlar, çorbacı, kocabaş vb). Bundan sonra süreç artık bu üç unsur arasındaki
ilişkilerle-karşılıklı etkileşmelerle ilerleyecektir. Tabi bunlara bir de dış
etken-dinamik olarak batılı ülkeleri ve Rusya’yı ilave etmek gerekir.
19.yy’ın başlarından itibaren (II.Mahmut’la
birlikte) artık iyice, “batılılaşarak” kendini kurtarma psikolojisi içine
girmiş olan Devlet-Devlet sınıfı- yüzüne
bir batılılaştırıcı “ilerici güç”
maskesi takarak, eski “tarihsel devrimci” günlerini hatırlatır bir
şekilde yeniden kükremeye çalışır; artık “ademi merkeziyetçi” hale gelmiş olan
mevcut yapıyı değiştirerek onu yeniden
merkezi tek güç haline getirebilmek için
uğraşır. Asar, keser, ne ayan bırakır
ortada ne mültezim, bunların hepsini yok eder, yerlerine Devlet memurlarını
atayarak yeniden eski-güzel günlere
dönme hayalini kurar!. Yani, artık kabına
sığamaz hale gelen üretici güçleri tahrip ederek minareyi tekrar eski kılıfına sokmak için elinden geleni yapar. Ama
artık çok geçtir. Tarihin akışını geriye döndürmek imkânsızdır!
Bir süre sonra bu gerçeği o da- Osmanlı Devleti de-
görür. Öyle ki, yok etmeye çalıştığı o orta sınıf olmadan vergilerini bile
toplayamaz hale gelmiş-felç olmuştur Devlet!
Çaresiz kıvranmaya, mevcut duruma
uygun yeni bir çözüm üretmeye çalışırken, adeta hayat ona Dimyad’a pirince giderken evdeki
bulgurdan da olmanın ne kadar anlamsız olduğunu ispat etmektedir!.. Nitekim,
hayat Osmanlıya, “Devleti kurtarmak” için tek yolun olanı olduğu gibi kabul ederek, üretici
güçlerin gelişmesiyle oluşan yeni maddi gerçekliğe uygun yeni bir üst yapı oluşturmaktan
geçtiğini gösterir! Tarihsel olarak
gelişmiş olan yapısal değişikliklerle-yani iç dinamikle- bununla birlikte ortaya çıkan yeni dış faktörleri-yani dış dinamiği
de veri alarak yeni bir yaşam yolu geliştirmek zorundadır o. Ancak bu şekilde, sürecin bir adım önüne geçerek, Devleti bu yeni
duruma uygun olarak yeniden organize etme-yaşatma olanağını bulacaktır.
İşte,
Tanzimat’la birlikte başlayan sürecin özü budur. Yani, “ilerici” Osmanlı
Devleti, nevi şahsına münhasır bir çabayla, “Rus ve Japon örneklerinde olduğu
gibi”, yukardan aşağıya doğru üretici güçleri-kapitalizmi geliştirmek için
başlatmıyor o “reformlar” sürecini!
Başka yolu kalmadığı için, mecbur olduğu için yapıyor bunları! Yani burada, “reformları” ilan eden “ilerici” bir Devlet
falan yok ortada!!.. Osmanlı, aşağıdan
yukarıya doğru gelişerek eski üst yapıyı zorlayan iç dinamiğin, ve de, batılı devletlerin temsil ettiği dış dinamiğin zorlamasıyla, önünde başka yol
kalmadığı için, yeniden “tarihsel devrimci” kılığına girerek bu yola giriyor-bir
anlamda, “çağdaş” bir “tarihsel devrim” atağıyla kabuk değiştirmeye çalışıyor! Burada
Osmanlının yaptığı, bir yandan, bütün engellemelerine rağmen durduramadığı
süreci-hayatın önüne koyduğu maddi gerçekliği- kabul etmek zorunda kalırken,
diğer yandan da, yaşamı devam ettirme mücadelesinde, gelişen yeni duruma uygun
olarak yeni bir üst yapı (“modern”-“batıcı” bir görünüm) oluşturmaya
çalışmaktan ibarettir. Bu yüzden de, burada “ilerici” olan iç ve dış dinamiklerdir-gelişerek artık eski
kabına sığamaz hale gelen üretici güçlerdir, Devlet değildir! Devlet, aslında
süreç boyunca hep gerici bir rol
oynamaktadır. Onun yaptığı, önce üretici
güçlerin gelişmesini engellemeye çalışarak, sonra da, yeni duruma uyum sağlayıp
yeni bir biçim altında (“batılı bir devlet” görünümü altında) varlığını kamufle ederek- yukardan aşağıya bir
hamleyle ömrünü uzatmaya çalışmaktan ibarettir.
Bu süreç-Tanzimat’la
başlayan Osmanlının “modernleşmesi” süreci-döneme damga-sını vuran güçler
arasında-iç ve dış dinamikler arasında- tarihi bir uzlaşmadır aslında. Öyle ki,
görünüşe bakılırsa, Osmanlı’ya da
merkezileşip güçlenme alanında yeni perspektifler sunmaktadır.
Tanzimat
Fermanı Müslim-gayrımüslim, bütün Osmanlı vatandaşlarının “eşitliğini” temel
alıyordu. Ne demekti bu? Osmanlı’nın bundan anladığı, kendi tebaasını oluşturan
insanları-Reaya’yı- ayan’a (büyük Müslüman ayanlara) bağlılıktan kurtarmaktı!
Artık insanlar, direkt olarak Devlete bağlı bireyler-vatandaşlar olacakları
için, arada başka bir “sınıfın” varlığına-aracılığına da gerek kalmayacaktı!
Osmanlının hesabı açıktı: O, kendisine rağmen, aşağıdan yukarıya doğru olan
evrimin sonunda ortaya çıkan süreci,
Tanzimat’ın yukardan aşağıya doğru “modernleşme-batılılaşma” hamlesiyle kendisi
için-merkezileşerek yeniden güçlenmek için-kullanmaya çalışacaktır!
Kendisine
siyasi rakip olmadıktan sonra, ticaretle
uğraşan, mülk sahibi olan, bu arada batılı
devletlerle de iş ilişkileri kuran bir orta sınıfa karşı değildir o-yani Devlet! Onun tek korkusu, içerde
kendisine rakip bir gücün-Müslüman bir orta sınıfın ortaya çıkmasıdır[4].
Bu yüzden de, “modernleşme” sürecini Devleti güçlendirerek eski güçlü-görkemli
günlerine yeniden dönmek için bir vasıta-bir fırsat gibi görür (süreci bu şekilde kendine doğru yontarak
değerlendirir)! Yani hinoğlu hin bir gericilik yatar onun “modernleşme-batılılaşma”
çabasının-hamlesinin altında! “Reformlar”mı diyordunuz “alın işte size
refomları” der Osmanlı! Bunu derken de içten içe güler hep! “Aptallar” diye
düşünür, “kendi elleriyle beni güçlendirecekler” der! Aşağıdan yukarıya doğru
gelişen üretici güçleri-ve dış dinamiği-bu şekilde kontrol altına alabileceğine
inanır ve bunun için çaba serfeder..
İşte tam bu nokta aslında tarihimizin gerçek
anlamda bir kırılma noktasıdır. Bazıları der ki, “Osmanlı, yabancı devletlerin zoruyla girmiştir” bu
sürece. Yani “batılılaşma”, “modern-leşme”,
“reformlar” falan hep dış dinamiğin zorlamasıyla gerçekleşen şeylerdir. Bunlara
göre, iç dinamik diye birşey yoktur zaten Osmanlı’da! Kimisi de, batılı devletlerin rolünü de kabul
etmekle birlikte, Devlet’in “tarihsel devrimci”, “ilerici” geleneğine bağlar
herşeyi-bunlara göre, “anti feodal” olduğu için “ilerici”de olmuş olur Devlet-!
“Osmanlı, “tarihsel devrim” geleneğine uygun olarak yukardan aşağıya doğru bir
burjuva devrimi sürecini başlatmaktadır”! “Tanzimat, İslahat Fermanı, Birinci
Meşrutiyet ve sonra da 1908 Jöntürk Devrimi derken, bu süreç (yani burjuva
devrimi süreci) 1923’ de Kemalist Devrim’le zirveye ulaşarak tamamlanmıştır”! Dikkat
edilirse, burada da hiç iç dinamikten bahsedilmez! Zaten, Devlet’e devrim yaptıran
bu anlayışın temelinde de, içerde burjuva devrimini yapacak bir
gücün-potansiyelin bulunmadığı-yani iç dinamiğin olmadığı tesbiti yatar.
Eşrafmış, ayanmış, toprak ağasıymış,
bunlar hep “feodal unsurlardır”. Tüccar mı, “zaten halk düşmanıdır” o da!.
Devlet ise, “devrimci-ilerici” padişah II.Mahmutla birlikte
ayanlara-derebeylerine karşı “anti feodal” bir mücadeleyi başlatıp, Tanzimatla
bunu taçlandırarak burjuva devrimi sürecini tetikleyendir! Bütün o Jöntürk
kökenli “Kemalist”, “solcu”-“ilerici” aydınların tarih bilincinin temeli-çıkış
noktası budur işte: Devleti burjuvazinin yerine koyarak ona burjuva devrimi
yaptırmaktır bunların çabası! Tarih bilinci-bilgisi böyle olunca, o zaman 1950 de
“karşı devrim” oluyor tabi!.
Bugünkü “Ergenekon” mantığının altında yatan “ikinci kurtuluş savaşı”
anlayışının özü budur! Bu durumda herşey,
bütün bir tarihsel gelişim süreci tersine dönmektedir. Buna, “batılılaşma” adı altında yapılan
kültür ihtilâlinin sonuçları da
eklenirse işin bugün neden çığrından çıktığı apaçık ortaya çıkar.
Bugünlere gelişin hikâyesi buralardan geçerek oluşur..
Evet, insanlar kendi tarihlerinin ürünüdür. Hem
tarihin konusunu-maddesini,objesini oluşturur onlar, hem de onu-tarihi-yapan sübje
olurlar. Bu nedenle, bugün-bugünü yapan güçler- öyle havadan paraşütle
inmiyorlar bu topluma! Kendi tarihleri-tarihsel evrimleri- içinden süzülerek
geliyorlar. Eğer günümüz Türkiye’sine de
bu açıdan bakarsak, karşımıza çıkan
tabloyu şöyle açıklayabiliriz:
İki
güç-taraf-var bugün Türkiye’de. Bunlardan biri, “batılılaşma” adı altında
başlatılan bir “tarihsel devrim” süreciyle kendisini yenileyen Osmanlı Devleti’nin-Devlet
sınıfı’nın günümüzdeki “modern” temsilcileridir. Bunlar, tarihsel evrimleri
içinde dün II.Mahmut’tular, sonra Jöntürkler-İttihatçılar-Enver Paşa’lar,
Talat’lar- oldular, sonra da Kemalistler ve bugünkü türevleri![5]
Diğeri ise, DP’nin açtığı yolda bugün AK
Parti ile temsil edilen Anadolu
kapitalizminin güçleridir. Bunlar, daha önce Osmanlı’nın o Reaya’sıydılar,
Osmanlı toplumunun içindeki çevre güçleri-yönetilenleri
idiler. Daha sonra, bunların içinden, aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme
dinamiğiyle yeni bir “orta sınıf” palazlanmaya başladı. “Eşraf”, “ayan” dendi o
zamanlar bunlara. 17.yy dan sonraki Osmanlı tarihi bu “orta sınıfla” Devle’tin mücadeleleri
tarihidir bir yerde. Bunların içinden gayrımüslimlerin temsilcisi olanlar
milliyetçi burjuvalar haline gelerek Balkan devletlerinin kuruluşlarına önayak
oldular. Müslüman orta sınıf ise, bir türlü
kaderini Devlet’ten ayıramadı. Müslümanlık bağı ve gayrımüslimlerin ayrılmaları
sürecinin yarattığı merkezkaç kuvvetinin etkisiyle (ve de tabi dış tehlikenin
etkisiyle) bilinçdışı olarak ortaya
çıkan merkezçekim kuvveti bunları hep Devlet’le
etle tırnak gibi birarada tuttu; hem biribirilerinin kuyusunu kazmaya
çalıştılar bunlar, hem de bir türlü biribirlerinden ayrılamadılar. Kurtuluş
savaşı da bu iki gücün işbirliğiyle yapıldı. Biryanda Osmanlı artığı güçler-Kemalistler, diğer yanda
da Anadolu orta sınıfı, bu iki gücün
önderliğinde yapılır Kurtuluş Savaşı. Ve bu ikisinin arasındaki ittifakın
ürünü olur yeni devlet. Fakat zaferden
sonra Osmanlı paşaları müttefiklerini-orta sınıfı-bir yana iterek iktidarı tek başlarına ele alırlar. Kurtuluş
Savaşı’nı birlikte yaptıkları insanlara
II.Mahmut’u hiç aratmayacak şekilde
hayatı zindan ederler!. Birinci Meclis’teki itilip kakılan İkinci Grup olur
bunlar-“orta sınıflar”-, sonra da TCF ve Serbest Fırka deneyimleriyle bir çıkış yolu aramaya çalışırlar. O zamanlar,
“Osmanlı’nın bilinen ayanlar’ı” denir
bunlara. Dönemin kendine özgü kapitalist-protokapitalist unsurlarıdır bunlar.
Ama daha sonra, 1950’ lere gelinirken
artık burjuvalaşma sürecinde epey mesafe katetmişlerdir. Ve 1950’de, dış dinamiğin
de yardımıyla iktidara gelirler.[6]
Kökleri-kaynağı-
ta 16.yy’ın ortalarına kadar uzanan bu mücadele, değişik biçimler altında
gelişerek günümüze kadar gelmiş olsa da, özünde, zamana yayılarak gelişen bir kapitalistleşme-burjuva
devrimi mücadelesidir-sürecidir..
NEDEN BİZDE “SOL” SAĞ DIR!
Türkiye’de biribirinin ikizi
olan iki çeşit „sol“
vardır[7]!
Biri “Kemalist sol”, diğeri “sosyalist
sol”! “Kemalist solun” ne olduğu açık! Bugün halâ yaşamakta olan Osmanlı Devleti’nin
ruhunun yaşayan “çağdaş”-“Cumhuriyetci” “ulusalcı” ideolojisidir bu! Çok dinli, çok etnisiteli-kapitalizm öncesi
antika bir Devlet[8]
olan Osmanlının, “yedi düvelin” karşısında ayakta kalabilmek için yarattığı “batılılaşıp modernleşerek” çevreye uyum
sağlama- böylece hayatta kalma- stratejisinin, yani, Jöntürk gelenekli “Devleti
kurtarma” ruh halinin en son şeklidir! Tanzimat’la birlikte başlayıp “Cumhuriyet
Devrimi’yle” zafere ulaşan “reformların”-“batılılaşma-modernleşme” sürecinin- “Devlet eliyle yukardan aşağıya doğru
gerçekleştirilen kendine özgü bir burjuva devrimi” süreci olduğunu iddia eden
Devletçi bir dünya görüşüdür!. Kökleri,
16.yy’ın ikinci yarısından itibaren üretici güçlerin gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkan “orta sınıflara”-eşrafa,
ayanlara karşı “modernleşip”-“merkezileşerek Devleti
kurtarmak” stratejisinde-mücadelesinde yatan bir
Devlet ideolojisidir!
Öyle ya, “batılılaşma”
adı verilen kültür ihtilâlini başlatan Osmanlı artık bir batılı gibi düşünmeliydi! Batı’da feodallere karşı olduğu için “ilerici” olan burjuvazinin yerini, bizde,
Osmanlıya özgü feodaller olan yerel cemaat liderlerine-ayanlar’a karşı “ilerici” bir güç olarak Devlet alıyordu!. İşte bu
şekilde, kerameti kendinden menkul “ilerici” bir Devletin çocukları olan bütün
o Jöntürk gelenekli “reformcu”-“ilerici” “asker sivil güçler”, dün-Osmanlı döneminde, bugün de Cumhuriyet
döneminde, aşağıdan yukarıya doğru gelişmeye çalışan üretici güçlerin önündeki
en büyük engel olagelmişlerdir. Bu
nedenle, bizim tarihimiz, bir yerde, kendisine “ilerici” rolünü biçen “tarihsel
devrimci” bir Devlet’le, ona karşı, gelişip güçlenerek yaşamı devam ettirme
mücadelesi veren, fakat sırf o “ilerici” Devlet’e karşı oldukları için de “gerici” olarak nitelendirilen
sınıfların-güçlerin mücadelesidir. Herşey tersinedir bizde!
Devlet “ilerici” olunca, tabi halka-burjuvaziye de “gerici” olmak düşmüştür!
Devlet’in
kendine, “yeni”, “çağdaş”, “Türk”
vatandaşları yaratmaya çalışmasının altında yatan gerçek budur.
“Tarihsel
devrim” adı altında bir tür kültür ihtilâli sürecidir bu yaşanılan. Sistemin
bilgi temelini-kültürünü-yok sayarak, onun yerine yukardan aşağıya doğru yeni
bir bilgi-kültür-oluşturma, sonra da bu yeni kültüre-bilgiye-göre “yeni” insan
tipleri yaratma operasyonudur yapılan. İşte bu yüzdendir ki, dünyada her yerde kapitalist devlet örgütlü
toplumun merkezi temsil instanzı-kimliği, benliği-iken, bizde, önceden varolan
bir “Devlet” kendisine uygun bir kapitalizm ve yeni vatandaşlar (“Türk
vatandaşları”) yaratmaya çalışmıştır. Bu
“yeni tipte vatandaşlardan” oluşan “modern” “ulusa” da “Türk ulusu” denilmiştir!.
Ya
“sosyalist sol”, onun ne ilişkisi var bu Jöntürk gelenekli gerici-sağ Devletçi
ideolojiyle-Kemalist solla?
Bu konuda daha önce şöyle
demişiz[9]:
“Önce, Türkiye solunu Devlet Sınıfı’nın peşine takan temel ideolojik varoluş
probleminden yola çıkalım: 20.yy’dan kalma bir anlayışla „Solculuk”, “sosyalizm” ne demektir? Üretim
araçlarının mülkiyetinin topluma (tabi toplum adına da devlete) ait olması değil midir işin özü? En azından Marksizme
göre böyledir bu. E, o zaman, madem ki
“solcu” olmak devletçi olmaktır, Osmanlı artığı olsun, ne olursa olsun,
neden karşı çıkacaksın ki devletçi bir sisteme! Türkiye’de üretim
araçlarının yüzde altmış-yetmişi devlete mi ait[10],
sen zaten, “hepsi devlete ait olsun” diyorsan eğer, neden karşı çıkacaksın ki bu sisteme! İşte
Türkiye solunu Devlet’e bağlayan, onu Devlet Sınıfı’nın müttefiki haline
getiren en önemli ideolojik bağ budur!
Hem sonra, “işçi sınıfının dünya görüşünü savunmak” demek, “burjuvaziye
karşı olmak” demek değil midir, al işte sana fırsat! Marksist devlet teorisi
ortada! “Devlet, hakim sınıfın örgütü” değil midir? Kimdir “hakim sınıf” bugün
Türkiye’de? İktidarda kim vardır, görünüşe bakarsan “burjuvazi” değil mi!
O halde devlet de burjuvazinin devletidir! Devlet burjuva devleti olunca, o
zaman, darbe yaparak iktidarı ele geçiren “Devletin asıl sahibi” “asker sivil aydın güçler” de, “gelişen kapitalizm
karşısında mülksüzleşen şehir ve kır küçük burjuvazisinin temsilcileri” oluyordu
tabi! “Esas sınıf düşmanı” burjuvazi
olduğu için, bunlar devrim yolunda işçi
sınıfının, solun tabii müttefikleri
olarak kabul ediliyorlardı!..İşin ayrıntılarını daha sonraya bırakıyorum, şimdilik bu kadarı yeter sanırım!..
Konuya ilişkin olarak bir
nokta daha var aydınlatılması gereken: Peki, Türkiye’de “sol sağdır” da, İdris Küçükömer’in dediği gibi “sağ da sol” mudur? Bu noktaya gelince iş çatallaşıyor! Eğer burada “gerçekte sol” olan “sağ”dan
kasıt bugün AK Parti tarafından temsil edilen Anadolu kapitalizminin güçleriyse
bu tesbit doğrudur. Yani bugün Türkiye’de,
“solcuların” “sağ-gerici” olarak ifade ettiği Anadolu kapitalizminin güçleri, onlar kendilerini
“muhafazakâr-demokrat” olarak ifade etseler de, bilimsel anlamda soldurlar-ilericidirler. Çünkü, Osmanlı artığı antika Devletçi bir
üretim ilişkileri sistemine karşı daha ileri bir üretim ilişkileri sistemini
temsil ediyor ve bunun için mücadele ediyor onlar. Elimizdeki ölçü budur.
Bırakınız bugünü-kapitalizmi- bir yana, geçmişte, merkeziyetçi-antika
ilişkilerin-Devletin karşısında feodalizm-ayanlık
bile daha ileriyi temsil ediyordu! Bu
nedenle, bugün halâ, cançekişerek de olsa yaşayan o antika
Devletçi sistemin karşısında kapitalizm (ve de burjuvazi tabi) tarihsel olarak daha ileriyi temsil eder.
Yoksa öyle, trafik polisi gibi (bizdeki Devletçi “solcu” aydınlar gibi)
istediğine istediğin etiketi yapıştıramazsın!..
Çoğu kişi “ilerici” ya da “gerici” olmayı iyi veya kötü olmakla, ya da ne bileyim, her
durumda eşitlikçi olmakla, insan haklarına saygılı olmakla karıştırır! Bunlara
göre, bir sınıf, ya da kişi bir kere “ilerici”
oldumuydu ya, artık o pürü pak olmak
zorundadır! Halbuki yok böyle birşey! Alın o kocabaşıları, çorbacıları (yani
Osmanlıdaki gayrımüslimlerin ayanlar’ını, mahalli cemaat liderlerini), veya
Müslüman orta sınıf unsurları olarak o tüccarları, toprak ağalarını, herşeyden
önce, bunlar insanları sömüren unsurlardır. Hele hele eşitlikçilikle falan hiç
alakaları yoktur bunların. Zavallı köylülerin topraklarını ellerinden alarak o
statüye erişmişlerdir. Ama, antika bir Devlet olan Osmanlı’nın karşısında
tarihsel olarak ilericidir işte bunlar!.Alın burjuvaziyi, burjuvazi özgürlükçü,
eşitlikçi midir! Feodalizme, ya da bir İbni Haldun Devleti olan Osmanlı’ya göre
öyle tabi! Ama onun özgürlükçülüğünün-eşitlikçiliğinin de
sınırları var! Yani öyle, ideal anlamda bir eşitlikçilik falan söz konusu değildir
burada! Kendi çıkarları gerektirdiği zaman ve ölçüde eşitlikçidir onlar. Alın
iki dünya savaşını. Neden öldü milyonlarca insan! Burjuvazinin daha fazla kâr
hırsı yüzünden değil mi! Bu nedenle,
elimizdeki ölçü, belirli bir dönemde üretici güçlerin gelişmesine katkıda
bulunup bulunmuyor olmaktır. Burjuvazi tabi ki gene kendi çıkarları için
geliştirir üretici güçleri de, ama olay budur işte. “Gerici” olanlar ise,
çıkarları mevcut durumu korumakta olanlardır. Üretici güçler geliştikçe bunlar
eski-o ana kadar varolan konumlarını kaybetmeye başlarlar, bu yüzden de ona
karşı çıkarlar. Olayı idealize etmeden bilimsel olarak kavrayabilmek çok
önemlidir. Öbür türlü işin içinden çıkılamaz.
Küçükömer’in “sol olan sağ”ının içine MHP, dinci partiler falan girmiyor tabi!
Çünkü, bu tür sağ partiler de, şu ya da bu nedenle toplumda üretici güçlerin
gelişmesine karşı olan unsurları temsil ederler. Örneğin bir MHP yi ele alalım:
MHP, etnik-Türkçü bir zeminde, aşağıdan yukarıya doğru gelişmeye çalışan-globalleşme
karşıtı- bir sağı temsil ediyor. CHP ise, yukardan aşağıya doğru Devlet eliyle
yaratılan-gene globalleşme karşıtı- kendisine “sol” diyen bir sağın temsilcisidir. SP’ne “dinci” deniyor,
ama burada önemli olan onun da üretici güçlerin gelişmesinden rahatsız olan-globalleşme
karşıtı- bir kesimi temsil ediyor olmasıdır.
Şöyle ifade edelim: Eğer toplumsal varoluşu, üretici güçlerin gelişmesiyle sürekli ileriye
doğru giden-gelişen canlı bir süreç olarak düşünürsek, bunu (bu süreci) temsil
edenleri biz sol-ileri olarak ifade ederiz. Bunun (bu sürecin) karşısında olan,
çıkarları-varoluş koşulları- mevcut durumu muhafaza etmekte olan-ya da tabi “eskiden
daha iyiydi” diyerek toplumsal gelişme sürecini geriye döndürmeye çalışanlar
ise sağ ve gerici olurlar. İşin bilimsel yanı budur. Öyle, “ben
ilericiyim-solum” demeyle olmuyor!..Ve
ne oluyor sonunda, bir yanda, toplumsal ilerleme sürecini temsil eden ilerici
güçler yer alırken, diğer yanda da, şu ya da bu nedenle bunun karşısında olanlardan
oluşan başka bir “taraf” çıkıyor ortaya...Ve farklı nedenlerle gelişmeye ilerlemeye karşı çıkan bu güçler “düşmanımın
düşmanı dostumdur” diyerekten kendi aralarında ittifak kuruyorlar. Örneğin
bir CHP ile MHP ve dinciler arasındaki ittifaki ele alalım: CHP ve MHP, Devleti
kutsayan, her biri, kendine özgü bir
Türk-milliyetçiliği tanımına sahip olan
(nitekim biri kendini “milliyetçi” olarak tanımlarken, diğeri “ulusalcı” olarak ifade ediyor) sağ partilerdir.
SP ise, gelişen kapitalizm karşısında mülksüzleşen, bu yüzden de
kapitalizme-globalleşme sürecine-karşı muhalefet etmeye başlayan “çevre”
güçlerinin belirli bir kesimini temsil ediyor..Aynı şeye karşı oldukları için
de ortak düşmana karşı aralarında ittifak yapıyorlar bunlar. Tabi bu ittifakın
içinde Devletin-devletçiliğin sadık müttefiki “solcular” ve bazı “kürtçüler” de var! Devlet, yukardan aşağıya doğru
kendine uygun “Türkleri” yaratırken, bu süreç-bir reaksiyon olarak-“ilerici”,
orijinal bir Kürt milliyetçiliğini de
yaratmıştır! Onlar da, ortak düşmana
–yani “kapitalizme ve burjuvaziye”-karşı oldukları için yer alıyorlar bu
ittifakın içinde! Müthiş birşey
değil mi, MHP li “milliyetçiden” CHP li “ulusalcıya”,
“dinciler”den “solculara”, “türkçüsüyle”,
“kürtçüsüyle” her türlü milliyetçiye-ırkçıya
kadar uzanan bir ittifak! Allah
kolaylık versin burjuvaziye ve de tabi bütün diğer demokrasi güçlerine!..
OSMANLI DEVLETİ’NİN, CANÇEKİŞEREK
DE OLSA HALÂ YAŞAYAN MADDESİ VE “DEVLETİN RUHU” ÜZERİNE..
Devletin-Osmanlının-“cançekişerekte olsa
halâ yaşayan
maddesiyle” neyi kastettiğimiz açıktır! Devlet mülkiyetidir-Devletçiliktir burada
söz konusu olan. Ne varki, özellikle son yıllarda yapılan özelleştirmelerle
artık bu Osmanlıyı satma-Devleti maddesiyle yok etme-kapitalistleştirme
sürecinin sonuna yaklaştık! Yani artık toprakların ve sanayiin yüzde
yetmiş-sekseninin Devlete ait olduğu bir düzende yaşamıyoruz. Bu anlamdadır ki
Osmanlı maddesiyle-Devletçi düzeniyle artık cançekişme halindedir..
Ama,
maddeyle ruh arasındaki ilişki biraz daha karmaşıktır. Bu ilişkide önce gelen
daima madde olur, ruh onu arkadan
izler. Örneğin, ruhun bilişsel bir fonksiyonu olan bilinç daima sonradan ortaya
çıkar. Önce maddi gerçeklik oluşur, sonra onun
bilinci-bilgisi..Ancak, belirli bir anda kendi bilinciyle birlikte varolan
maddi gerçeklik yok olunca, aynı anda onun ruhu da
hemen o an yok olmaz, o belirli bir süre daha geride kalan insanların
bilincinde-hafızasında- yaşamaya devam eder. Bu durum Osmanlı için de
geçerlidir. Evet bugün artık maddesiyle cançekişir haldedir Osmanlı, ama, ondan miras
kalan bilgi temeli, gelenekler, kültürel miras vb.şeklinde yeni kuşaklarda, tıpkı kuşaktan kuşağa taşınabilen genetik bir
özellik-ya da hastalık- gibi karmaşık biçimler altında ortaya çıkıp varlığını
sürdürmektedir.
Örneğin
bir TÜSİAD’ı ele alalım. TÜSİAD İstanbul burjuvazisinin-büyük iş adamlarının
örgütüdür. Ve ilk bakışta da bunun Osmanlı’yla falan hiçbir ilişkisi yoktur! Ama
işte öyle değil! O, yani TÜSİAD, Devletin-Osmanlı artığı Kemalist Cumhuriyet’in
kanatları altında yetişen burjuvaların
örgütü olduğu için Devletçilik ruhu hala onda ağır basar. Burjuva
olarak şu anki çıkarları artık Devletle-Devletçilikle örtüşmediği halde, “Devletin
burjuvaları” olma toplumsal genlerinin onlarda bazan halâ aktif hale
gelebildiğini görürüz.
Aynı
durum “solcular” için de geçerlidir..Çünkü, şu anın içinde varolan maddi gerçeklik daima geçmişte varolan belirli bir
bilginin bugünkü maddeleşmiş-gerçekleşmiş
şeklidir. Siz ne yaparsanız yapın kendi toplumsal DNA’ larınızdan o kadar kolay
kurtulamıyorsunuz!.Konuyu biraz daha açalım:
Osmanlı Devleti’nin bugün bile halâ yaşayan ruhundan bahsediyoruz, nedir o ruh, “Osmanlı tarihe karıştığı” halde halâ yaşayan o ruh neyin nesidir? Önce kısaca ruh nedir onu biraz açalım, sonra sıra Osmanlının ruhuna
gelecek:
Yaşamı
devam ettirme mücadelesinde organizmanın çevreden gelen etkilere-informasyonlara-karşı
geliştirdiği-yarattığı nöronal reaksiyon modeliyle birlikte ortaya çıkan nöronal etkinliktir ruh. Daha
başka bir deyişle, organizmal varlığı
temsil instanzı olan benliği-self-yaratan nöronal etkinliktir-faaliyettir. Bir
informasyon işleme sistemi olarak organizmanın maddi varlığının çevreyle etkileşim
süreci içinde her an kendi kendini yeniden yaratış halidir.
Devlet ise, toplum+çevre sisteminin temsilcisi
instanzdır. Her toplumun (sınıflı toplumlardır burada söz konusu olan) bir
devleti, her devletin de bir toprağı vardır. Devlet, bu toplum+çevre sisteminin karşılıklı etkileşim içinde oluşan
benliği-varoluş instanzı oluyor;
devletin ruhu da, onun, maddi bir gerçeklik olarak varoluş fonksiyonuyla
birlikte ortaya çıkan kendini ifade ediş biçimi. Tabi kendi içinde bir
sistem olarak varolan her toplum+toprak sistemi, aynı anda, başka devletlerle-toplumlarla
olan ilişkileri içinde de varoluyor, kendini gerçekleştiriyor. Yani, ne öyle
varlığı kendinden menkul devletler, toplumlar vardır, ne de bunların her an
kendi kendini yeniden üreten maddi varlıklarından bağımsız benlikleri-ruhları.
Öte
yandan, nasıl ki tek bir insan söz konusu olduğu zaman, o insanın nefsi-benliği
o anın gerçekliğine bağlı olarak belirli bir ruh haliyle birlikte ortaya
çıkıyorsa (ki buna biz, duygusal reaksiyonlara bağlı olarak ortaya çıkan
duygular deriz), devletler-toplumlar da, aynı şekilde, belirli ruh hallerine
bağlı birer benliğe sahip olarak gerçekleşirler.
Peki nasıl oluyor bu iş, yani, maddi bir
gerçeklik-sistem olarak bir organizma-ya da bir toplum, veya devlet-her anın
içinde kendini-kendi varoluş instanzını-nasıl yaratıyor?
Burada ruhla, bilinç dışı bilgi
temeli-kültür-arasında yakın bir ilişki bulunduğunu görürüz. Çünkü, bir
informasyon işleme sistemi olarak insanlar-ve de toplumlar-çevreden gelen
etkileri-informasyonları- sahip oldukları kültürle-bilgi temeliyle-
değerlendirip işleyerek bunlara karşı bir reaksiyon oluşturabilirler. Yani, organizmanın bütün varoluş
fonksiyonları ve bu fonksiyonları yerine getirirken oluşan ruhu
bizim kültür adını verdiğimiz bu bilgiye-bilgi temeline bağlıdır. Neyi ne kadar
biliyorsan-ne kadar bilgiye sahipsen-dışardan gelen informasyonları da o kadar
değerlendirebilirsin-bunları o ölçüde anlayabilirsin- Tabi bu durumda dışarıya-çevreye
karşı oluşturacağın reaksiyonlar da-biz bunlara davranışlarımız deriz-buna göre
şekillenecektir. Cevabı belirleyen, neyi ne kadar anladığımız olurken, onun da
altında sahip olduğumuz bilgi yatar. Olayın özü budur. Yani, ne kadar-ne türden
bilgiye-bilgilere sahipsen, ona göre bir benliğe ve ruha sahip oluyorsun!
Peki,
herşeyin-varoluşumuzun, ruhumuzun-temelini oluşturan bu bilgiler-bilgi
temelimiz olarak kültürümüz-nereden kaynaklanıyor, sahip olduğumuz bilgilerin kaynağı nedir? Tek kelimeyle üretimdir-üretim
faaliyetidir. Neden? Çünkü
insan üreterek, üretirken varolur. İnsanı hayvandan ayıran
temel unsur da budur zaten. Üretim ise ancak toplumsal olarak yapılabilecek bilişsel bir
faaliyet olduğu için, insanlar üretirken toplum haline gelirler ve
toplumsal olarak üretirken kendi bireysel varlıklarını da
üretmiş olurlar.
Peki ya kültür? Kültür, bilişsel bir faaliyet olarak başlayan üretim faaliyeti-süreci içinde oluşan
bilgilerin, giderekten otomatik olarak kullandığımız, kayıt altındaki “bilinçdışı bilgiler” haline gelmiş şeklidir.
İnsanların yediklerinden
içtiklerine, giydiklerinden barınma şekillerine,
dinledikleri müziğe, kendi aralarındaki ilişkilere kadar bütün
faaliyetlerini-varoluş biçimlerini- ve bu arada da tabi ruhsal gerçekliklerini
belirleyen- onların üretim faaliyeti
içinde oluşan ve artık bilinçdışı bilgiler haline gelmiş olan kültürel bilgi
temelleridir. Bu bilgiler-bilgi temeli-ancak üretim biçimindeki-ilişkilerindeki
değişikliklere bağlı olarak zenginleşirler ve değişikliklere uğrarlar. Yani
bunlar öyle yukardan aşağıya doğru insanlara “öğretilmiş”, onların kafalarına
doldurulmuş bilgiler değildir! Bazan yüzyılların içinden süzülüp gelir bunlar.
Ve öyle olur ki, günlük yaşamın içinde insanlar artık neyi nasıl
üreteceklerini-ve de bu süreç içinde kendi kimliklerini de üreterek nasıl yaşayacaklarını
hiç düşünmeden yaşarlar-varolurlar.
Neyi nasıl üreteceğinin bilgisi, toplumsal planda,
insanlar arasında belirli üretim ilişkilerinin kurulmasıyla gerçekleşir-kayıt
altında tutulur. Bu nedenle, bir sistem olarak toplumsal varlığı-kimliği belirleyen, o toplumun elementleri olan insanlar
arasında üretim faaliyeti esnasında kurulan ilişkiler-üretim ilişkileridir.
Öyle ki, biz bu ilişkileri biyolojik planda bir organizmanın temel taşlarını
oluşturan DNA’ lara benzetebiliriz. Bu benzetme bir metafordan da öte olan bir
gerçekliktir. Ve nasıl ki, bir
organizmanın DNA’ larını değiştirmeden onun niteliğini değiştirmek mümkün
degilse, aynı şekilde, bir toplumun üretim ilişkileri içinde oluşan bilgi
temelini-kültürünü-değiştirmeden de o toplumu niteliksel olarak değiştire-mezsiniz.
Yani, niteliksel değişim ve buna bağlı
olarak gerçekleşecek niteliksel olarak farklı bir benlik-ruh ancak üretim
biçiminin ve üretim ilişkilerinin radikal bir şekilde değişmesiyle olur.
Nokta!..
YA TARİHSEL DEVRİM
Ama bir de bütün bunların-yani, iç dinamiğin evrimi
yoluyla aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşen normal değişim yolunun-sosyal
devrim diyoruz buna-ötesinde, yukardan
aşağıya doğru “tarihsel devrim” yoluyla “değişim” vardır!.
Bu iş eskiden barbar akınları yoluyla oluyordu. Yukarı
barbarlık konağında olan yerleşik bir toplum-belirli kurum ve kuralları,
belirli bir medeniyeti-kültürü geliştirmiş bulunan bir barbar grubu- başka bir
toplumu fetih yoluyla ele geçirdiği zaman, kendi kültürünü-toplumsal bilgi
temelini-fethedilen topluma yukardan
aşağı doğru dayatırdı. Bu durumda,
birkaç generasyon sonra, egemen
fatih toplumun kültürü diğer toplumu
“asimile” ederek-kendine benzeştirerek “değiştirecektir”[11].
Osmanlı, başlangıçta henüz daha yukarı barbarlık
konağında olan bir tarihsel devrim gücü falan değildi, orta barbarlık konağında
göçebe bir aşiretti. Ama o, kendisinden daha üstün bir medeniyetin bilgi
sistemini-kültürünü-benimseyerek bu açığını kapatmış, yani fethederken önce
İslam tarafından fethedilmişti! Ama, İslam’dan alınan bu bilgi sistemi-kültür
onun için aşağıdan yukarıya doğru üretim süreci içinde üretilen orijinal bir bilgi
sistemi-üst yapı olmadığı için sonradan
giyilen bir elbise gibi kalır hep üstünde! Yani, İslam’ı benimsedikten sonra
bile Devlet özünde aşiret devleti
DNA’larını-kültürünü- muhafaza eder. İslam’a ilişkin bilgiler mevcut DNA’lara-kültüre-monte edilecektir o
kadar.
Onun-Osmanlı’nın-daha
sonra, yaşamı devam ettirme mücadelesinin bir gereği olarak “batılılaşma”
sürecinde kullanacağı teknik de aslında başlangıçta İslam’ı benimserken
kullanılan bu teknik olacaktır! Her ne kadar bu durumda dışardan gelen bir
barbar akını yoksa da, bu kez dış etken olarak Batı oynar bu rolü. Ve Osmanlı
da kendisinden üstün olarak görmeye başladığı Batı kültürünü-bilgi
temelini-benimsemenin hayatta kalmak için tek yol olduğuna inanır. İşte,
Osmanlının “batılılaşma” sürecinin diyalektiği budur. Benim tarihsel devrim, ya
da toplum mühendisliği dediğim olayın özü budur[12].
Bir kere bu mekanizma işlemeye başladıktan sonra, artık o andan itibaren, yeni
kurulan mekanizma bir torna makinası-toplumsal informasyon işleme, insan üretme
mekanizması- gibi çalışmaya başlar ve sistem kendisine uygun olarak Batı-bilgi
temeline-kültürüne sahip insanlar yetiştirir.
İşte,
bugün Türkiye toplumunu oluşturan iki tip insan arasındaki fark buradan
kaynaklanıyor. Bunlardan biri, geleneksel insanımız olurken, diğeri,
II.Mahmut’tan itibaren başlayan “batılılaşma” sürecinin ürünü olan
insanlardır!..
Bütün bunları biraz daha açalım:
KİMİZ BİZ, NEDEN “KENDİMİZE BENZERİZ”!..
Bütün mesele tarihe-yani sınıflı
topluma geçiş diyalektiğinde
yatıyor! Türkler[13], göçebe
bir toplumken, fetih yoluyla
yukardan aşağıya doğru devlet kurarak tarihe girmişlerdir. Bizim sınıflı topluma-medeniyete geçişimiz göçebe geleneklerimizin, yani tarihsel olarak oluşmuş
toplumsal DNA’ larımızın
(kültürel bilgilerin-yaşam
bilgilerinin) Batı
toplumlarında olduğu gibi toprağa yerleşerek tarımsal üretime
başladıktan
sonra, üretim süreci içinde,
yeni üretim ilişkilerine
uygun olarak değişmesiyle olmaz; fetihçiliğe
bağlı olarak içine girilen yeni yaşam koşullarının zorlamasıyla,
eskilerinin-mevcut bilgilerin- üzerine
bazı yeni bilgilerin ilave edilmesiyle (“öğrenerek”) gerçekleşir. Çevreye-yeni koşullara
uyuma bağlı olarak, bazı
toplumsal genler[14]
pasif hale getirilirken, bazıları da ortaya çıkan yeni
durumları-bilgileri
de-kodlayacak şekilde
geliştirilirler. Yani, tarihe barbarlığın yukarı aşamasından girmiş yerleşik
toplumlar gibi, yeni bir üretim süreci içinde
yeni üretim ilişkileri
yaratan, yeni yaşam tarzını bu
ilişkiler içinde üretilen bilgilere göre gerçekleştiren bir toplum değiliz biz.
Bu yüzden de bugünün içinde geçmişin nasıl yaşadığına-varolduğuna ilişkin çok
özel bir örnek teşkil ederiz. Bizde halâ binlerce yıl öncesine ait bazı
toplumsal genler (yaşam bilgilerini ihtiva eden nöronal programlar) aktif halde
olduklarından, bugünün yaşamını üretirken, farkında olmadan, bunu geçmişten
kalan mirasa uygun olarak yerine getiririz. Bu genler çok değişik biçimlerde
güncelleşmiş, “modernleşmiş” bilgileri üretiyor görünseler de, görünüşün biraz
altına inince hemen “bizi bize benzeten” özelliklerimizi görürüz!
Bir örnek verelim: Hiç düşündünüz mü bizde neden
önce bir bina yapılır da onun alt yapısı, suyu, elektriği, kanalizasyonu vs.
sonradan akla gelir diye (son yıllarda kapitalizm geliştikçe bu da değişiyor artık!). Bina yapmak yerleşik
toplum kültürünün bir parçasıdır. Bizse bilinç altımızda halâ göçebe
geleneklerimizle yaşarız. Bizim için önemli olan, o anki ihtiyacı karşılamak üzere bir binanın
yapılması ve onun içinde oturmaktır! Kanalizasyon, elektrik, su vs. bunlar
normal koşullarda yerleşik toplum kültürünün bileşenleri olarak bina yapımının
ayrılmaz parçaları oldukları,
biribirlerinden ayrı
düşünülemeyecekleri halde, bizim için
bunlar birarada öğrenilmiş
kültürel unsurlar olmadıklarından, sonradan öğrenilmiş ve halâ eksplizit
olarak kayıt altında bulunan bilgiler
olduklarından ayrı ayrı aklımıza gelirler. Bu yüzden de önce o anki ihtiyaç ne
ise onu düşünürüz, sonra da diğerlerini!..
DEVLET VE BİREY
Burada çok önemli bir nokta var: Neden
bizde hep “Devleti korumaktan, ya da kurtarmaktan” bahsedilir? Sadece
Osmanlı’da da değil, bugün halâ Türkiye Cumhuriyeti’nde bile, azıcık
sıkışsak, neden hemen, “ne olacak bu Devletin hali”, ya da, “Devleti nasıl
koruyacağız-kurtaracağız” diye düşünen birileri çıkar ortaya?
Hep “korunmaya muhtaç bir Devlet” vardır ortada! Ve de onu “koruyanlar”,
“kurtaranlar”!. Herşey bu uğurda yapılır. Darbeler, muhtıralar bunu için
verilir. Bu neden böyledir hiç
düşündünüz mü, nedir bu işin tarihsel, toplumsal temelleri? Bugün halâ,
“sağcısıyla”, “solcusuyla”, “ilericisi” ve “gericisiyle” bütün “Cumhuriyet
aydınlarını” (hatta, sıradan insanları bile) içine alan bu ruh halinin esası nedir, nasıl
bir kültürel miras yatıyor bunun altında, hiç düşündünüz mü?
Kentten çıkma Batı toplumlarında
birey ve toplum önce gelir, devlet sonra. Devlet, bu zemin üzerinde
oluşur; elementlerini bireylerin oluşturduğu sistemin merkezi varoluş
instanzıdır devlet. Birey ise, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip
olarak, kendisi için üretim yaptığı için
bireydir. Sosyal sınıfların ortaya çıktığı temel de budur zaten. Toplum, üretim
araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündüğü
zaman, sınıflı toplum da oluşmuş olur. Devlet
de, bu yeni durumu, dengesizlik üzerine kurulu bu yeni “dengeyi”
muhafaza etmenin aracıdır. Bu yüzden, mülk sahibi sınıflar lehine oluşan “dengeyi” koruyan kamu gücü olduğu içindir
ki, onun “egemen sınıfın baskı aracı olduğu”
söylenir.
Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun
oluşumu ve yapısı ise bambaşkadır. Kuruluştan önceki dönemi düşünelim: Göçebe,
çoban bir aşiret bu. Evet, bir çoban da kendisi için üretim yapmaya başlamıştır,
ama o henüz daha batılı anlamda bir birey değildir. Kendi
varlığını birey olarak oluşturamaz. İçinde bulunduğu toplumla-aşiretle birlikte
vardır o. “Ben” yoktur. “Ben”, toplumdur, aşirettir henüz.
Sonra, içinde Batı’daki anlamda
bireylerin oluşmadığı bu aşiret toplumu fütuhata girişiyor, ve “Devlet” haline
geliyor. Bu durumda, yeni oluşan toplum
ve Devlet, Batı’daki gibi, elementlerini bireylerin oluşturduğu bir sistem
değildir. Sistemin mantığına-ruhuna- göre halâ birey
yoktur ortada, çünkü özel mülkiyet yoktur. “Mülk Allah’ındır”. Allah adına
mülke tasarruf yetkisi ise Devletin
başına aittir. Osmanlı sisteminin elementleri, üretim araçlarının özel
mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yapan “birey”ler değildir.
Osmanlı’da, Allah adına da olsa, mülk
sahibi olan tek “kişi” merkezi temsil eden Sultan’dır. Tek “birey”, kendisi
için, kendiliğinden varolan tek kişi o dur[15]. Diğer
insanlar, birey-vatandaş olmayıp, kendi varlıklarını toplumu temsil eden bu Devlet’le
birlikte oluşturabilen, Devlet ve toplum varolduğu için, onunla birlikte
varolan “reaya-sürü-kul insanlardır. Bu
durumda, bireyin olmadığı bir toplumda, Batı’daki anlamda bir “sınıf”tan da
bahsedilemez!
Peki Osmanlı Toplumu Osmanlı’nın kendisini ifade ettiği gibi “sınıfsız” bir
toplum mudur? Hayır tabi! Osmanlı Toplumu da sınıflı bir toplumdur. Ama
buradaki sınıflar Batı toplumlarındakilere benzemezler. Önce Allah’a, sonra da
onun adına Sultan’a ait olan mülkiyete tasarruf yetkisine sahip Yönetici bir
Devlet Sınıfı’yla, hiç bir hakka-hukuka sahip olmayan “Yönetilenler’den” oluşur
Osmanlı Toplumu. Göçebe-barbar bir aşiret toplumunun fütühat
yoluyla devletleşerek sınıflı toplum-Devlet haline gelişiyle, kentten çıkma
toplumların sınıflı toplum ve devlet haline gelişleri tamamen farklı şeylerdir.
Birinci durumda aşiret toplumu bireylere ayrışmadan sınıflaştığı için, buradaki
“sınıflılık” aşiret yapısının adeta donarak farklılaşmasıyla ortaya çıkar.
Fütuhatı yöneten ve ondan aslan payını alan “Yönetici Sınıf” (toplumun
çobanları), Tanrı adına mülkün de sahibi olduklarından devletin vergi
gelirlerine de el koyarlar. “Yönetilen” sınıf ise “Reaya’dır” (yani sürüdür)!
Osmanlıdaki “Devlet Sınıfı”-“Yönetenler”- kavramının batılı anlamda
bürokratlarla hiçbir benzerliği yoktur!
Çünkü, birey olarak birer hiç olan kullardan oluşur bu sınıf. Tek varlık nedenleri de Sultan’a
sadakattir. Hak hukuk, “vatandaşa hizmet” vs. bunların hiç yeri yoktur bu
sistemde. Sultan’ın bir işareti yeter kellelerin uçması için. Burada Devlet,
adeta sınıflılaşarak donup kalmış bir aşirettir halâ (devlet içindeki Devlet)!
Devlet anlayışı, özel mülk sahibi bireylerden oluşan bir sınıfın egemenliğini
sürdürmek değildir. “Devlet Hak’tır”! “Bütün toplumun kutsal temsilcisidir”!
Onun kutsallığı Hak’kı temsil etmesindendir. Böyle bir toplumda kendi başına
birey diye birşey olamaz! Ancak Devlet varsa, onun kulu-kölesi, ya da çobanın
sürüsüne ait bir koyun olarak birey de vardır!
Bazıları sağında solunda “derin
devlet” arıyorlar! Derin devlet, işte bize tarihsel olarak kalan bu çerçevedir-Devlet
anlayışıdır. “Solcusunda da” aynıdır o anlayış, “sağcısında da”! Çünkü
“burjuvası da” vardır bu Devlet’in “işçisi de”! Önemli olan o “ruha” sahip
çıkmak, kendi varlığını o ruhun içine sığdırabilmektir. O ruh ki, atalarımızdan bize kalan ve bilinç dışı
olarak bütün varlığımızı kuşatan kültürel bir mirastır o. Toplumsal hafızada
nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelen bilgidir-yaşam bilgisidir. İçinde
Osmanlılık, İslam, ya da batıcılık da olsa, özünde değişmeden donup kalmış bir aşiret ruhudur! Yani bizdeki „derin devlet“ Batı’daki „Gladio“dan farklıdır! Evet o, bir
dönemde Türk Gladio’su da olmuştur, ya da,
darbeler de yapmıştır, ama
özünde hep farklı bir olaydır. Nitekim de Gladiolar falan tasfiye edilse de
„Ergenekonculuk“-ergenekon ruhu halâ dipdiri
yaşamaktadır.
Bir nokta daha! Bu mirasın, bu ruhun bugün hala ayakta kalmasını sağlayan,
ona maddi temel teşkil eden ise
Devletçiliktir, Devlet mülkiyetidir. Onun içindir ki, özelleştirmeye karşı
çıkılıyor. Onun içindir bu “satıldık, öldük, bittik, mahfolduk” çığlıkları![16]
Burada en hassas nokta, Osmanlı sisteminde
mülkiyetin Allah’a ait olmasıyla, “Allah’a ait olan” bu “mülke” tasarruf
yetkisine sahip olmak arasındaki ilişkidir. Beni yıllarca uğraştıran, sonunda
da “Sistem Teorisi’ni”[17]
geliştirmeye kadar götüren nokta işte tam buradadır. Bu konu o kadar önemlidir
ki, bu mesele anlaşılmadan ne Osmanlı Toplumu ve Tarihi anlaşılabilir, ne de
günümüz Türkiyesi!
“Mülkün Allaha ait olması” tasavvufun esasıdır; ama o Sistem Teorisi’nin de
özünü oluşturur. Çünkü her sistem (her varlık) sistem merkezindeki sıfır
noktasında temsil olunur. Sıfır noktası diye uzay-zaman içinde varlığı
kendinden menkul bir “nokta” bulunmadığı halde, izafi bir gerçeklik olarak onun
potansiyel varlığını kavramadan başka hiçbir şeyi kavramak, varoluş problemini
çözmek mümkün değildir. Tasavvufta sıfır “Hak’tır”. Sistem Teorisi’nde ise
bütün kuvvetlerin biribirini dengelediği sistem merkezindeki sıfır-denge
halidir. Yani zıtların birliğinin gerçekleşme “noktasıdır”. Ama mutlak
birlik-denge diye birşey olmadığı için, sıfır noktası hiçbir zaman objektif bir
varlığa denk düşmez. Çünkü her birlik-denge hali (her sıfır) aynı anda bir
mücadele (zıtların mücadelesi) platformudur da. Her nesne-denge hali- daha o
“ilk” oluşma anında (bu an, o nesne, varlık için zamanın başlangıç anıdır da)
çevreyle etkileşmeye bağlı olarak mevcut denge bozulurken-bozulduğu için
varolur (objektif bir gerçeklik haline gelir)”.
Bütün bunların Osmanlı Toplumu’yla ve
günümüz Türkiye’siyle, Devlet anlayışıyla ne alakası var mı diyorsunuz! Toplum da bir sistemdir. Ve her sistem gibi
o da kendi merkezindeki sıfır noktasında temsil olunur. Sınıflı toplumlarda bu
sistem merkezini (sıfır noktasını) egemen-dominant-sınıf temsil ederken,
sınıfsız toplumda (ilkel komünal toplumda) sistem merkezini temsil eden bir
sınıf, ya da zümre veya kişi yoktur. Merkez, ya tapınak tarafından, ya da gene
Hak’kı temsilen komün başkanı tarafından temsil edilir. Bu durumda toprağın,
üretim araçlarının mülkiyeti de bu “Hak’ka” aittir. Mülk hiç kimsenindir, onun sahibi Hak’tır demek, objektif bir gerçeklik
olarak kişi ya da sınıf veya zümre şeklinde mülke sahip olma konumunda olan bir
varlık yoktur demektir; ki bu durumda, Hak’kı temsil eden şey de merkezde oluştuğu kabul edilen o
sıfır noktasıdır.[18] Hak’ka ait olan mülkün Hak adına toplum için
kullanım-tasarruf- yetkisini ise, eşit haklara sahip bütün komün üyelerinin
seçtiği başkan elinde tutar. Ancak, ilkel komünal toplumda bireyin kendisi için varolması diye birşey
söz konusu olmadığından, bütün toplumu temsil eden bu başkanın birey olarak varlığı
merkezdeki sıfır noktasında yoktur. Başkan bu nedenle birey olarak kendisini değil, herkesi, herkes
adına merkezi-merkezdeki sıfırı-Hak’kı-
temsil etmiş olur. İşte mülkün Hak’ka ait olması olayının esası budur.
Ama sonra ne oluyor, sınıflı
toplumlarla ilişkiler başlıyor. Savaşlar, fetihler başlıyor. Ve bu arada, bal
tutan parmağını yalar hesabı, zamanla merkezi elinde tutan yönetici bir sınıf
ortaya çıkıyor. Neden sınıf? Evet, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hala
mevcut değildir, ama bu arada “ tasarruf yetkisi” adı altında yeni bir kavram ve mülkiyet biçimi ortaya çıkmıştır.
Mülkiyetin komüne-Hak’ka-ait olduğu şeklindeki
genel hükme dokunmadan, onun içeriği değiştirilerek ortaya yeni bir
mülkiyet biçimi çıkarılmıştır. Mülk mü, haşa, mülk gene Hak’ka aitti! Ama Hak
adına onu kullanma, ona tasarruf etme yetkisi anlamına gelen bir “tasarruf yetkisi” icat edilmişti ki, o
da önce Sultan’a, sonra da buna bağlı
olarak-Sultan adına onun etrafındaki
yönetici devlet sınıfına aitti. İşte Osmanlı’nın düzeni budur.
Osmanlı sınıfsız bir toplum muydu?
Elbette hayır! Peki neden hala mülk Allah’a aittir deniyordu? İşte bütün olay
burada! İlkel komünal toplumun bilgi sistemini (töre’yi) belirli bir DNA
kalıbına benzetirsek, ta Osmanlı’ya, oradan da Cumhuriyet’e kadar bu DNA
kalıbının esası değişmiyor. Biçimsel olarak o töre aynen duruyor gene orada.
Ama sürekli içeriği değişiyor onun. Çevreye uyum gereği sürekli bazı genler
pasif hale getirilirken, bazıları da aktif hale geliyorlar. Bağışıklık
sisteminin çeşitli antigenlere karşı yeni savunma sistemleri geliştirmesi gibi,
Osmanlı’da da toplumsal DNA’ larda esasa ilişkin bir değişiklik olmadan (üretim
ilişkileri değişmeden) çeşitli genler arasında yeni ilişkiler
kurularak çevreye uyum için yeni bilgiler geliştiriliyor. Bu da bir öğrenme
olayıdır şüphesiz. Ama dikkat edin bu durumda esas gövde (selbst-nefs)
değişmiyor. O, sürekli çevreye uyum sağlayarak biçim değiştiriyor[19].
Tekrar Osmanlı’nın ve Cumhuriyet Türkiye’sinin batılılaşma
sürecine dönüyoruz. Evet, nasıl olmuştur da bu süreç ta o II.Mahmut’la birlikte
bastırdığını-yok ettiğini
sandığı Müslüman orta sınıfın daha sonra yeniden güç kazanmasına neden olmuştur, yani
nasıl olmuştur da, zamanla kendi diyalektik inkârı olarak bir
Anadolu kapitalizminin ortaya çıkmasına yol açmıştır? 1876’da parlamentoda kısa bir süre için de olsa
sesleri duyulan, 1908’de,
“Jöntürk devriminin” arkasında
oldukları söylenilen[20] o
Anadolu kaplanları, Kurtuluş Savaşı’nda Kemalistler’le birlikte yabancı işgaline
karşı ittifak
kurarak tekrar su yüzüne çıkan Anadolu burjuvazisinin o öncülleri, nasıl olmuştur da,
zaferden sonra ihanete uğrayarak Kemalistler tarafından bir tarafa itildikleri halde her fırsatta gene ortaya çıkarak seslerini duyurmuşlardır?. Birinci Mecliste II.Grup, daha sonra TCF ve
Serbest Fırka
olarak ortaya çıkan bu sınıf nasıl olmuştur da
1950’de “iktidara gelebilmiştir”.
Dünden bugüne, AK Parti’ye- Erdoğan’a kadar uzanan bu sürecin diyalektiği nedir?..
Osmanlı’nın “batılılaşma”
sürecinde biribiriyle içiçe, biribirini
tamamlayan iki süreçle karşılaşırız. Bunlardan birincisi açıktır. Batı
kültürüne göre yeni insan tipleri yetiştirmek ve
yeni bir toplum yaratmaya çalışmaktır burada amaç. Bu
demektir ki, yeni insan tipleriyle yeni bir yaşam biçimi topluma egemen
kılınacaktır. Bu amaçla da sistemin içinde Batı’dakilere benzer kurumların
oluşturulmasına çalışılır. Meşrutiyet’in ilanı, Tanzimat Fermanı, Parlamento’nun
oluşması, bankaların kuruluşu, Batı’dakilere benzer yeni yasaların çıkarılması
vs. bütün bunlar hep tepedeki batıcı bürokratların yeni bir sistem yaratabilmek
için başvurdukları POZİTİVİST etkinliklerdir.
“Bunlar, sivil kurumların Türkiye’de
bulunmadığının ve bunun da kendilerini, fikirlerini tatbik imkanı az olan
sosyolojik bir yapı ile karşı karşıya bıraktığının farkındaydılar. Bundan
dolayı gerek ittihatçılar, gerek Kemalistler bu ara’yı temsil edecek kurumları
(bankalar vs.), sınıfları (ticari ve endüstri burjuvazisi) ve yasaları
(Cumhuriyetin Medeni Kanunu ve Ticaret Yasaları) temellendirmeye çalıştılar.
İlginç olan ve kurumsal sosyolojinin üzerinde durması gereken gelişme “sivil
toplum” kurucu olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yapıların, uzun vadede
Kemalistler tarafından değil, fakat dindar Müslümanlar tarafından zaptedilmiş
olduklarıdır”[21].
Yani
Şerif Mardin diyor ki; batıcı Devlet Sınıfı kendine bir kitle temeli yaratarak
kendi dünya görüşüne göre yeni bir toplum inşaa edebilmek için Batı’da
kapitalist sistem içinde varolan kurum ve kuralları yukardan aşağıya doğru
Türkiye Toplumu içinde oluşturmaya çalışır. Bunu yaparken onun amacı “cahil”,
geleneksel İslamcı muhalefeti eriterek yok etmek, insanları bu yeni kurum ve
kuralların-ilişkilerin içinde kendi dünya görüşüne göre yeniden
şekillendirmektir. Örneğin bankacılık sistemini ele alalım: Bankayı kurdun bu
kolay. Başına da kendi görüşüne uygun bir müdür, personel vs. atadın. Peki kime
hizmet verecekti bu banka? Senin o “cahil”-geleneksel İslamcı insanlarına değil
mi? Köylü Mehmet ağaya krediyi verdin, işleri iyi gitti. Seneye daha büyük bir
kredi.. gübreydi, yeni makinalardı derken, al sana işte bir Anadolu kapitalisti!
Aynı süreç ticaret ve sanayi kapitalizminin gelişimi açısından da geçerlidir. Kapitalistleşmek, batılı bir toplum gibi
olmak mı diyordun, al sana işte kapitalist! Hem de aslan gibi dini bütün, yerli mi
yerli bir Anadolu kapitalisti! Böyle gelinir 1950 lere. DP bu sürecin ürünü
olur!
Tabi, Kemalist-tek parti diktatörlüğünün kırılmasında bu
dönemde dış dinamiğin de büyük rolü vardır. Savaş bitmiştir ve yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır. Birleşmiş Milletler örgütüne üye olabilmek için demokrasi ile idare ediliyor olma şartı getirilmiştir. Yani başka şansı kalmamıştır hükümetin! Ama gene de, sonunda, İnönü demokrasiyi getiren büyük şef olarak
anılacaktır! Tıpkı II.Mahmut’un “ilericiliği” gibi, o da “demokratlığı” kimseye
bırakmaz!..
VE 27
MAYIS: KARŞI DEVRİM Mİ “ÖZGÜRLÜKLER ORTAMI” YARATICISI
MI?
1950 DP iktidarı, sistemin
sivil toplum-kapitalist toplum- zeminine oturması, yumurtanın kabuğunun
çatlayarak, civcivin ortaya çıkmaya başlaması olayıdır.
Ama olay burada bitmez! “Devletin kurucu ruhunu” temsil edenler, bu türden bir
gelişmeyi içlerine sindiremedikleri, kabul edemedikleri için, bütün bu olup bitenleri hemen “Devlet elden
gidiyor” diye algılarlar. Ve “Devleti bu beladan kurtarma” planları yapılmaya başlanır! O çok bilinen nakarat tekrarlanır gene: “Ya Devlet başa ya kuzgun
leşe” denilmektedir! 27
Mayıs’a böyle gelinir.
27 Mayıs 1960 darbesi, “gelişen kapitalizmin mülksüzleştirdiği orta sınıfların, şehir ve köy küçük burjuvazisinin direnişi” midir? Eskiden böyle “Marksist
tahliller” yapardık! Keşke öyle olsaydı!! Hani nerde o darbe yapacak kadar örgütlü “şehir ve köy küçük burjuvazisi”! Bunlar hep “batıcı-solcu”, ayakları havada, Türkiye'yi, Türkiye
tarihini, toplumunu tanımayan “tahlillerdir”! 27 Mayıs, Devlet Sınıfı’nın, “Devleti kurtarmak” için
Anadolu kapitalizmine karşı, sivil topluma karşı ayaklanışıdır. 1960’lar Türkiye’sinde, bir yanda iktidardan
uzaklaştırılmış, ama halâ toprakların ve ekonominin yüzde 60-70 ‘ine sahip bir
Devlet ve Devlet Sınıfı vardı ortada; ve sen bunu görmüyorsun da, “mülksüzleşen
küçük burjuvaziden” bahsediyorsun! Neden? Çünkü böyle “Devlet Sınıfı” diye bir
sınıf yok Batı’da!. “Sol klasiklerde” yok böyle bir ifade! Koskoca bir ülkeyi
Batı’dan alarak türettiğin kavramların içine hapsederek açıklamaya çalışıyorsun![22] Ve
bunun adına da “ilericilik” “solculuk” diyorsun, sonra da ortalığı biribirine
katıyorsun şimarık çocuklar gibi! Kimsin
sen, nereden çıktın, nereden buluyorsun
bu gücü? “27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği demokratik özgürlükler ortamından” mı? Nedir o zaman bu “demokratik özgürlükler
ortamı”? Nasıl bir “sol”, ya da “işçi
sınıfı hareketi”dir ki bu, öyle yukardan açılan bir kanalın içinde “gelişmeye”
başlamıştır?
Askerler
bir darbe yapıyor. Halkın oylarıyla iktidara gelen bir hükümeti deviriyorlar. Sonra da, “demokratik” bir anayasa hazırlatarak, bir “işçi sınıfı hareketi”nin-“sol”un
gelişmesine zemin hazırlıyorlar! Burada
tuhaf olan birşey yok mu! Dünyanın her yerinde demokratik haklar uzun mücadelelerin sonunda elde edilirken,
bizde, darbeyle işbaşına gelmiş, ve ne
olduğu belli olmayan (aslında belli olan!) bir
“asker sivil aydın zümre”
yukardan bunları bize armağan ediveriyor! Ve biz de bu durumu hiç
sorgulamıyoruz! Daha doğrusu sorgulaya-mıyoruz! Neden?
Olayın
iki boyutu var. Birincisi, sivil toplumun, yani Anadolu kapitalizminin kendi iç
çelişkilerine yönelik.
Adı üstünde, “Anadolu
kapitalizmi” de olsa, bu da bir kapitalist oluşum sonunda. Burjuvazi ve işçi
sınıfından oluşuyor. Sınıf mücadelesi bu sistemin de iç dinamiği. 1950’lerle birlikte iktidarı
Anadolu kapitalizmine kaptıran Devlet Sınıfı, “düşmanımın düşmanı dostumdur”
mantığıyla, “ortak düşmana” karşı cepheyi genişletmek için, işçi sınıfı
hareketinin ve diğer toplumsal muhalefetin
yolunu açar. Ve kendisini “kapitalizme karşı onların, demokratik
hakların hamisi gibi gösterir[23]. Bu arada, Batı’dan
çığ gibi “bilgi” (informasyon) akışını, sol literatür-kaynak çevirisini
de hesaba katarsanız, kısa süre içinde Türkiye’de Batı değerlerine göre
biçimlenmiş, Jöntürk geleneğine uygun olarak, yukardan aşağıya doğru, “Anadolu
kapitalizmine” düşman, Devlet Sınıfı dostu POZİTİVİST bir “sol”-“aydın” tabaka oluşur-oluşturulur.
Devlet, sınıf, sınıf mücadelesi anlayışını Batı dillerinden çevrilen sol
kitaplardan öğrenen, Türkiye’yi tipik bir Batı ülkesi gibi algılayan yeni bir
“solcu” jöntürk neslidir bu.
Cumhuriyet’ten sonra yeni Devlet Sınıfı haline gelen eski jöntürk
kuşağı, kendi “solcu” takipçilerini yetiştirmektedir adeta!
İstenilmeyen çıktıları engelleyebilmek için girdiyi kontrol
etmek ( yani “feedback”)! İşte 27 Mayıs’çı Devletçi “sistem mühendisleri” bunu yaptılar. Kapitalizmin gelişme
yolunu saptırdılar. “Demokratik bir anayasa” getirerek, Devleti güçlendirip, “sol” dahil, her türlü “demokratik örgütlenmeyi”,
“hareketi” “serbest bırakarak”, sivil toplum güçlerini biribirlerine düşürdüler. Burjuvaziye
karşı her türlü “demokratik hareket”i
“serbest” bırakarak, kendilerinin, burjuvaziyle çelişkisi olan herkesin, halkın, işçi sınıfının dostu olduğunu gösterdiler!
Daha da etkin hale getirilen,
“modernize edilen” ikinci “feed-back (geriyi besleme) transfer sistemi” ise,
Devlete, Devlet Sınıfina bağlı olarak yetiştirilen “Devletçi burjuvalara”
yönelik oldu. Bunların daha da “büyümelerine”, güçlenmelerine olanaklar
sağlayarak, Anadolu burjuvazisinin önünü kesecek yeni bir “büyük burjuvazi”
yarattılar![24] Burjuva mı diyorsun, işte burjuva! Sol mu diyorsun, işte
sol! Ama tek şart Devleti kutsayacaksın! “Oh ne güzel, 27 Mayıs demokratik
ozgürlükleri getirdi” deyip, 1950 ye küfredeceksin! Birkere burdan yola çıktın
mı, artık en “azılı komünist” de olsan, zaten sen tehlike olamazdın onlar için! Çünkü sen kendini nasıl görürsen
gör, onların gözünde, son tahlilde, geriyi beslemek için bir feedback
transfer sistemi idin[25]!
Bütün bu satırları yazarken sanki aynı süreci tekrar yaşıyormuşum gibi oluyor! Önce bir akvaryum oluşturuluyor, duvarları
şeffaf tabi! Sonra da balıklar salınıyor bunun içine!..Ama hiç kimse akvaryumun farkında bile değil! Herkes kendini denizde sanıyor! Halbuki ağzınla kuş tutsan ne yazar o akvaryumun bilincine varamadıktan
sonra!..
“Kontrgerilla”dayız, gözlerimiz
bağlı, işkenceye yatırmışlar! Birisi konuşuyor! “Burası Türk Genelkurmayına
bağlı, Kontrgerilla örgütü. Burda anayasa, babayasa yok! Biz adamı böyle
yaparız işte! Önce salarız tarlaya, sonra da biçeriz böyle! Bak göreceksin,
ilerde gene salacağız, gene biçeceğiz!”..Bu sözler hiç silinmiyor kulaklarımdan!..
12
MART, 12 EYLÜL VE SONRASI
Ve bu oyun üç kez oynandı
Türkiye’de! Her seferinde, sistem direniyor, toparlanıyor, kendini yeniden
üretiyordu ve bir darbe daha!
Ama zaman geçtikçe artık dikişler
tutmamaya, “feedback kontrol
sistemleri”de eskisi kadar iyi çalışmamaya başladı. Neden? Sadece Devlet
Sınıfı’nın yol arkadaşı “sol” iflas etti diye mi ?
Bu önemli tabi; ama bunun yanı sıra başka
önemli nedenler daha var. Önce şu “solun
iflasının”
ve Devlet Sınıfının elindeki en önemli
geriyi besleme aracını kaybetmesinin üzerinde duralım.
Şurası açık: “Sosyalist Sistemin” yıkılmasıyla birlikte, üretim araçlarının devlet mülkiyetine dayalı, merkeziyetçi, bireyi hiçe sayan,
modern komünal topluma-bilgi toplumuna bireyin gelişmesi sonucunda değil de,
bireyi ve bireysel mülkiyet düzenini zorla yok ederek varılabileceğini sanan dünya görüşü de artık geçerliğini kaybetti. Görmek ve anlamak isteyen herkes şunu açıkça gördü ve anladı ki, modern sınıfsız topluma giden yol, bir “işçi sınıfı
ihtilâlinden”, işçi sınıfının burjuvaziyi-kapitalist sistemi, üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyeti yok ederek,
devlet mülkiyetini temel alan “sosyalist bir toplumu” yaratmasından
geçmiyordu! Tam tersine, bu noktaya
ancak kapitalizmin ve bireyin gelişmesi sonucunda ulaşılabilirdi. Bunun için de, üretici güçlerin gelişmesini
engelleyen her türlü devletçi müdahaleye derhal son verilmeliydi. Büyümenin,
gelişmenin yolu buradan geçiyordu. Modern anlamda solcu-ilerici olmanın yolu bu
gerçeği görebilmekten geçiyordu. Bundan böyle sınıf mücadelesinin hedefi kapitalizmi zorla yok etmek değil, gelişmeyi ilerlemeyi engellediği yerde ona karşı
mücadele ederek onu daha da ileriye doğru itmek, böylece, tıkanan yolun
açılmasını sağlamak olmalıydı.
“Sosyalist
Sistemin” ortadan kalkmasından sonra tekleşen dünya pazarlarında, küresel
rekabet mücadelesinde ayakta kalabilmek için kapitalizmin üretici güçleri
geliştirmekten başka çaresi yoktu zaten; burjuvazi, devletçi, ulusal korumacı bir yapıyla birarada
varolarak, kendi sınırlarının içine kapanarak yaşayamazdı, varolamazdı artık bu
yeni dünyada. İşte, Devletçi düzen taraftarlarının, Devlet Sınıfının ve onun
“solcu”-“Devletçi” uzantılarının belini
büken en önemlli gelişme bu oldu.
Kucakta
yetiştirilen Devletçi “büyük burjuvazi”de
babaocağını-kutsal ittifakı terketmek zorundaydı artık! Çünkü, “Devletçi” de olsa, o da bir
burjuvaydı sonunda! Rekabet
mücadelesinde ayakta kalabilmek, gelişip
güçlenebilmek için artık onun da kendi ayaklarının üzerinde durması
gerekiyordu. Bunun için de oyunun yeni-küresel kurallarına uymak zorundaydı.
Eski Devletçi-korunmacı anlayış ancak ulusal sınırların içinde geçerliydi,
halbuki dışarıya açılmak büyümek gerekiyordu. Hem sonra, istesen de ulusal
sınırların içine kapanıp kalamazdın artık. Eski dönem bitmişti, Devletin
süratle elini ekonomiden çekmesi gerekiyordu. Ulus ötesi-küresel düşünebilmek,
davranabilmek gerekiyordu. Kendi sınırları içinde korunmaya alışmış bir kapitalizminin ve Devlete
bağlı burjuva yetiştirme döneminin sonu
gelmişti! Dünya değişmişti artık! Eski dünya yok olmuş, onun
yerine bambaşka, yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmıştı; bütün o
eski “ulusal” yollar, tekleşen dünyada, küresel dünya sistemine açılmak zorundaydı. Ve üstelik
de, bu yollarda, oyunun yeni kurallarına
göre yürümek-oynamak zorundaydın! Yürümem-oynamam diyemezdin! Çünkü 150 yıldır sistemin
rotasını buna göre ayarlamıştın!
“Batılılaşmak” demiştin ve öyle yola çıkmıştın bir kere! Geri
dönemezdin! Dönmeye çalışsan da, geriye doğru baktığında önünde
model olarak Saddam’ın Irak’ından-ya da Ahmedi Nejat’ın İran’ından başka birşey
görünmüyordu! İşte sistemin zayıf noktası burasıdır. İşte iç ve dış dinamikler
de bu zayıf halkadan yakaladılar sistemi!
TÜRKİYE “SOL”UNUN DİYALEKTİĞİ
Burada çok önemli bir nokta var.
Gelişen Anadolu kapitalizmiyle birlikte, bu sivil toplum zemininde sınıf
mücadelelerinin de ortaya çıkması, Anadolu burjuvazisinin, karşısında, kendisine karşı direnen, daha çok demokratik
hak talebinde bulunan bir işçi sınıfı hareketini bulması doğaldır. Doğal
olmayan, bu potansiyelin kendi varoluş
zeminine, sivil toplum zeminine karşı
Devlet Sınıfı’nın yürüttüğü mücadelede bir yedek güç haline gelmesidir.
Eğer Türkiye’deki Devlet Sınıfı, Osmanlı artığı, toprakların ve üretim
araçlarının büyük çoğunluğuna sahip (Devlet adına tabi) antika bir sınıf
olmasaydı, eğer Türkiye’nin önündeki problem bu antika yapıdan kurtularak
modern bir sivil toplum haline gelmek olmasaydı, yani Türkiye’nin önündeki
sorun kendine özgü bir burjuva devrimi sorunu olmasaydı, Türkiye, Batı toplumları gibi burjuva
devrimini çoktan tamamlamış bir ülke olsaydı, o zaman birçok şey farklı olabilirdi.
Ama Türkiye daha sırtındaki antika kabuğu atamamış bir toplumdu, bunun
mücadelesini veriyordu. Sen tut, böyle bir durumda iken, “kapitalizme karşı”
“ilericilik” yapıyorum diyerek kendi bindiğin dalı kes, ve, “o da burjuvaziye karşı” diyerek, Devlet
Sınıfı’nı kendine doğal müttefik olarak gör! İşte, Türkiye sol’unu askeri
darbeleri desteklemeye götüren, “kapitalist olmayan bir yola” sokan mantık
budur.
Ama bunu sadece bir
“hata” olarak, “sol”’un bir hatası olarak görmek de yanlıştır! “Solcu” olmak, üretim araçlarının
mülkiyetinin devlete ait olduğu bir
sistemi istemek, bunun için mücadele etmek olunca, devrim anlayışı, burjuvaziyi
ve kapitalist sistemi zorla yok ederek, üretim araçlarının devlet mülkiyetine
dayanan bir sistemi yaratmak olunca,
zaten devletçi olan bir düzeni ve bu düzenin koruyucusu olan bir Devlet
Sınıfını, devlet anlayışını niye karşına alacaksın ki! “Marksizmi yaratıcı bir şekilde Türkiye
toprağına uygulayarak”, Devlet Sınıfı’yla ittifaka dayanan “orijinal bir devrim
modeli” oluşturursun iş biter! 1971’lerin 8-9 Mart darbeciliğinin altında
yatan mantık budur. 1973 Mart’ında
general Gürler’in cumhur-başkanlığını destekleyen “sol” mantık bu mantıktır.
Arada nüanslar olsa da, şimdiye kadar Türkiye’de “sol”un bütün çeşitlerini
yönlendiren mantık, devrim anlayışı budur.
2007’de „Cumhuriyet
Mitingleri’nin“ arkasındaki mantık da bu mantıktır. Her taşın altından çıkan o
Ergenekon silahlarının, artık isimlerini bile akılda tutmaya zorlandığımız o
darbe teşebbüslerinin arkasındaki mantık aynı mantıktır. 12 Eylül Anayasa’sında
yapılacak değişikliklere, bu değişiklikleri AKP yapıyor“ diyerekten karşı
çıkmanın, Anayasa’nın değiştirilmesine karşı oluşan gerici-faşist
cephede yer almanın mantığıdır budur..Daha sayalım mı, ya bugünkü o, „demokrasi
mi barış mı tartışmalarına“ ne demeli! PKK silahı bırakıyor diye
neredeyse onları bile hain ilan
edecek bunlar! Bakın görün, yarın yeni anayasa yapımı gelsin gündeme, onada gene karşı çıkacak bunlar!
“Sol”un
anavatlarında, Batı’lı ülkelerde, burjuva devrimi çoktan tamamlanmış olduğu
için, oralarda durum çok başkadır. “Sınıf mücadelesi” dediğin zaman bunun ne
anlama geldiği açıktır oralarda. Çünkü,
ne bizdeki gibi bir Devlet Sınıfı vardır orada, ne de devletçi bir düzen!
Feodalizmin tarihin çöp sepetine atılışıyla birlikte sınıflar mücadelesi
kapitalist toplum zemininde aracısız olarak yürümektedir. Ama bizde öyle değil
ki!. Batı’daki feodalizmin yerini tutan antika Devletçi düzen halâ varlığını
sürdürüyordu bizde. Türkiye halâ burjuva devrimini tamamlamış değil. Önce
mevcut kabuğun kırılması, sivil toplumun özgür hale gelmesi gerekiyor. Bu
nedenle, bizdeki “solculuk”la Batı ülkelerindeki sol arasıda büyük farklar vardır. Bizde, sanki
bulaşıcı bir hastalık gibidir “solculuk”! “Devletçi” olmakla, “ulusalcı”
olmakla özdeştir! Sivil toplumun karşısında olmaktır. Dünyaya kapılarını
kapatmaktır. “O da esas düşmana, burjuvaziye karşı” diyerekten, Devlet
Sınıfının peşine takılmaktır; “yolu ona açtırarak”, açılan bu yoldan “ilerlemek” hastalığıdır! Bütün o
“solcu”-Devletçi, “kapitalizm karşıtı” “sivil toplum örgütleri”nin yakalandığı hastalığın özü budur!
Bütün mesele,
Türkiye toplumunun Batı’dan farklı bir
yol izleyerek tarihe girdiğini kavrayamamakta yatıyor. Türkiye’de olup bitenleri
bu “farklılığı” hesaba katmadan açıklamaya kalkınca da, bu durumda sanki
Türkiye’de herşey tersineymiş, sınıf mücadelesini yöneten-kontrol eden gizli
güçler varmış gibi görünüyor! Bu ülkede
sanki ağaçların kökleri aşağıya doğru değil de havaya doğru
uzanıyormuş gibi görünüyor!..
Sanki bir maskeli tiyatro gibi! Objektif olarak, bu toplumun içinde bir yerin bir fonksiyonun var. Ama
sen, sübjektif olarak, bütün bu varlığını-fonksiyonunu daha başka bir şekilde
değerlendirerek, ayrı bir dünyada yaşıyorsun! Örneğin, Devlet Sınıfıyla ittifak
yaparak Anadolu burjuvazisine karşı savaşıyorsun. Objektif olarak yapılan iş
bu. Ama sen bunu başka bir amaçla, başka bir kimlikle yaptığını iddia
ediyorsun! Diyorsun ki, “ben işçi sınıfını temsil ediyorum ve bu yüzden
burjuvaziye karşı savaşıyorum”! “Eğer bugün “asker sivil ilerici zümreyle”
ittifak yapıyorsam, bu, esas sınıf düşmanına karşı yapılan bir ittifaktır”!
Bir an için
düşününüz! Eğer bu tesbit doğru değilse,
yani eğer o “asker sivil aydınlar, ilericiler” denilen zümre, öyle “küçük
burjuvazinin masum temsilcileri” falan değil de, Osmanlı’dan kalma devlet
anlayışına sahip Devlet Sınıfının bir parçasıysalar, ve eğer Devlet adına,
“Devleti kurtarma” adına yapılıyorsa
bütün yapılanlar da (ki onlar kendilerini böyle görüyorlar ve bunu da ilan
ediyorlar zaten, Devleti kurtarmak için ihtilal yaptıklarını söylüyorlar), o
zaman, onların da kafalarından, “enayileri
kullanıyoruz” diye geçiyordur mutlaka! Kim mi kazançlı çıkıyor bu işten!
Ortada değil mi!
Hayatta
kavranılması en zor olan şey kendi gerçekliğini kavramaktır. Çünkü bu durumda kavrayacak olanla
kavranılacak olan bir ve aynı şey oluyor. Aradaki etkileşimi bir uzay-zaman
aralığı içinde “farketmek” olanağı kalmıyor. Ve en korkunç diyalektik de, ne
olduğunla ne olmak istediğin arasındaki
çelişkiyi belirleyen diyalektiktir..
[1] Aslında sadece bir “sınıf mücadelesi” değildir bu, aynı
zamanda kültürel bir mücadeledir de! Yani, “batılılaşma adı altında başlayan kültür ihtilâline karşı kendi kültürünü ve bu zemin üzerinde oluşan ta-rihsel kimliğini yeniden kabul ettirme-egemen kılma mücadelesidir- bir tür özgürlük
mücadelesidir. İşte
bunun içindir ki, günümüzde
burjuva devrimcileri kendilerine “muhafazakâr demokrat” diyorlar!..
[2] „Devlet“ kavramını büyük harflerle yazıyorum, çünkü bu „Devlet“ , nevi şahsına münhasır bir başka Devlettir,
Osmanlı Devletidir o!..
[3] Gerçek anlamda bir burjuva devrimcisi olmayla yukardan aşağıya doğru devrim
yapmaya çalışan modernist, elitist bir „tarihsel devrimci“-kültür ihtilalcisi- olmak
arasında çok fark vardır!.
[4] Devletin rakibi ancak Müslüman orta sınıf olabilirdi, çünkü
gayrımüslimler zaten Tanzimat’a kadar Devlet
kademesinde görev alamıyorlardı. Devlet katına çıkmak için din
değiştirmek
gerekiyordu..
[5] Devletin diğer-Abdülhamid’i bayrak edinen- “İslamcı” kanadı yenik düştüğü
için onu burada saymıyorum! Anadolu kapitalizminin güçleri bir yerde zaten o
zeminin-geleneğin diyalektik anlamda inkârı olarak ortaya çıkmışlardır..
[6] “İktidara gelirler” ama Devlet halâ
Osmanlı’nın-Devlet Sınıfı’nın elindedir!.Sadece bu çelişki-ikilik bile herşeyi
açıklamaya yeter! İki ayrı sınıfı temsil eden iki ayrı instanzdır burada söz
konusu olan!..
[7] „Kürt soluyla“ „Türk solunu“ ayırdetmiyorum! Ne de olsa bunlar aynı yumurta ikizleri, ikisi de tarihsel devrimci-ittihatçı-!..Bu nedenle, ikisinin
patenti de Devlet’te! Biri Devlet’in
yarattığı „Türkler’in“
solu iken, diğeri de buna „karşıt-reaksiyon“ olarak ortaya çıkan „Kürtler’in“ solu..Gerçek anlamda bir “sol” ise
üstündeki bu kabuğu kaldırarak henüz
daha ortaya çıkamadı!
[8] „Antika devlet“ten kasıt tipik bir İbni
Haldun devleti olmasıdır..
[9] „Türkiye’de Neden Sol ya da
Sosyal Demokrat Bir Hareket Yok”, www.aktolga.de,
Makaleler.
[10] Yakın zamana kadar
böyleydi bu. Çok şükür ki, şu son yıllarda
yapılan özelleştirmelerle
şimdi du rum değişti! Bence son yılların en devrimci olayı bu
özelleştirmelerdir! Bunun sayesindedir ki bugün artık Devlet-Devlet Sınıfı can çekişiyor!..Demokratik
Cumhuriyet’e
giden yol Osmanlı artığı Devletçi düzenin tasfiyesinden geçiyor..
[11] Eğer tarihsel devrimi yapan barbar barbarlığın orta
aşamasında ise (fethedilen toplum da belirli bir kültürü,
kurum ve kuralları olan yerleşik bir toplum ise) bu durumda fetihçi barbarlar bir süre sonra ken-dilerinden daha
ileri bir kültüre sahip yerleşik toplumun içinde kaybolur giderlerdi. Bunun birçok örneğini en
iyi Bizans’ta görürüz...Ava giderken avlanmak bu olsa gerek!...
[12] Olayın diğer boyutunu, Oryantalizm-pozitivizm
boyutunu başka bir çalışmada ele almıştık (www.aktolga.de
Pozitivizm Nedir)
[13] O zaman daha Türk kavramı falan yoktu
tabi...
[14] “Toplumsal genler” dediğimiz şey,
belirli yaşam bilgilerinden oluşan kültürel nöronal programlardır. Bunlar toplumsal üretim ilişkilerinden kaynaklanırlar.
[15] Ama onun, yani Sultan’ın „birey „olarak „varlığı“da, Batı’daki gibi,
üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip „özgür“ bir birey olmasından
kaynaklanmaz. O, Allah’a ait olan mülkün, onu temsilen sahibidir. Yani gene
Batı’ daki anlamda „özgür bir birey“ yoktur ortada!
[16] Ve ben de inadına bu yüzden
„özelleştirme” diye bağırıp duruyorum!!..
[17] www.aktolga.de 4. Çalışma
[18] Tasavvufta, “onun varlığı yokluğudur” diye ifade
edilen şey de budur zaten. Tasavvuf, ilkel komünal toplum insanlarının-atalarımızın-
varoluş problemini dinsel bir terminolojiyle duygusal bir zeminde ifade ediş
biçimidir
[19] Bu konuya çok kafa yordum ben! Ayrıntılara girmek,
bunları paylaşmak
isteyenler www.aktolga.de de ”Çalışmalara”
bakabilirler..
[20] Jöntürkler’in Müslüman orta sınıfın temsilcileri olduğu
söyleniyor ya!! Aslında ilginç bir durum bu!.. Müslüman orta sınıfla Devletin
arasında bir çelişki olduğu açık. E,
Jöntürkler de Devletin öteki kanadıyla, yani, Abdülhamid’le kavgalı! Bu durum , çoğu zaman Jöntürkler’in orta sınıf adına, orta sınıfın temsilcisi
olarak Devlete karşı mücadele ettiklerikleri yanılgısına yol açmıştır!.
Burjuvaziye rağmen burjuva devrimcileri olan Jöntürklerin diyalektiğini kavrayabilmek için
bugünkü “Türkiye solunun” durumuna bakmak
gerekir. Halka rağmen ama halk adına
devrim yapmanın mantığını kavramak
kolay değildir!..
[21]Şerif Mardin, “Din ve İdeoloji”, 1999, İletişim
Yay.İst., “Türkiye’de Toplum ve Siyaset”, 1997, İletişim Yay. İst.
[22] İşte POZİTİVİZM budur!. Bak, www.aktolga.de 8. Çalışma
[23] Orta sınıfa
vururken II.Mahmut’da böyle diyordu Reaya’ya: “Bundan böyle sizi ben koruyacağım”!..
[24] TÜSİAD’ın geçmişi budur!..
[25] Kontrol mekanizmasi-feedback sistemi konusun için
www.aktolga.de 4.Çalışma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder